29 Temmuz 2013 Pazartesi

Kartal Yuvası


                İstanbul’un doruklarında bir kuş yuvası vardır. Boğaz’ın efsunlu güzelliğine tamamıyla hakim bir kuş yuvası. Ona, belki de, bir kartal yuvası demek daha doğru olacaktır. Zira burası vakt-i zamanında ülkemizin en kavi kalemlerinden birinin, Tevfik Fikret’in, evi, sığınağı olmuştur.

                Fikret, ölümünden sonra bir müzeye çevrilen Aşiyan’ın hem sahibi, hem de mimarıydı. Hiç şairden mimar olur mu, diyorsanız eğer, Aşiyan’ı bir gidip, görmelisiniz. Ancak sizi uyarmalıyım; yeşil bir hülyayla sarmalanmış bu taş evi ziyaret ederseniz, oradan kendinizi koparamayabilirsiniz. Çünkü buraya öyle bir sükun, öyle bir kudret hakimdir ki manzaranın karşısında mıhlanıp kalırsınız ve mümkün değil kımıldayamazsınız. Eh, Fikret buraya, Farsça ’da “yuva” anlamına gelen Aşiyan adını boşuna vermemiş. Mütemadiyen savaş dolu, gergin  hayatı göz önünde bulundurulursa, böyle bir bir yuvaya ne kadar ihtiyaç duyduğu görülebilir.

                Tevfik Fikret 1867’de doğdu. Annesini 1879’da kaybetti. Bundan kısa bir süre sonra da babası Arabistan’a sürgün edildi. Böylelikle ruhunda esen başkaldırının ilk tohumları ekilmiş oldu. Babasını gidişiyle, Fikret ve kız kardeşi Sıdıka anneannelerinin gözetimi altına girdi. Yıllar sonra, 93 Harbi yenilgisiyle okulu, Rumeli’den gelen göçmenlere verildi ve Fikret eğitimini sürdürmek için Galatasaray Lisesi’ne geçti. Eğer bu olmasaydı Tevfik Fikret, Tevfik Fikret olmayabilirdi. Zira Muallim Naci ve Nabizade Nazım gibi değerli edebiyatçılarımızı burada tanıdı ve onların teşvikiyle yazmaya başladı. İlk şiirini Ahmet Mithat’ın çıkardığı Tercüman-ı Ahval ’da bastırdı. Mezun olduktan bir süre sonra Hariciye Nezareti’nde (Dışişleri Bakanlığı) göreve başladı. Ancak memuriyet hayatında aradığı şevki bulamadı ve istifa etti. Bu esnada gecikmiş maaşının ona ödenmesini, bunu hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu, onun dürüstlüğü her şeyden önce tutan, kendi prensiplerine göre yaşayan karakterinin en önemli timsallerinden biridir. Bundan sonra pek çok görevde çalıştı. Nihayet kendine Fransızca ve Türkçe öğretmenliğini uygun buldu. Fikret, uzun zamandır dokunmadığı kalemini bundan sonra eline aldı ve şiirlerini farklı dergilerde neşretmeye başladı.  Edebiyat tarihinin bir dönüm noktası kabul edilen Servet-i Fünun’un bir bilim dergisinden, edebiyat dergisine çevrilmesi için Ahmet İhsan’ı ikna eden kendisiydi. Lakin, İhsan Bey’le düştüğü fikir ayrılıklarından dolayı dergiyle bağlarını koparmak zorunda kaldı. Neyse ki bu noktada ilk şiir kitabı olan Rubab-ı Şikeste ’yi (Kırık Saz) bastırmış ve Robert Kolej’de, ömrünün sonuna dek sürdüreceği Türkçe öğretmenliğine başlamıştı. Bu, herhalde, prensipleri gerekçesiyle istifa etmediği tek görevdi. Kim bilir, yaşasaydı, onu da yapabilirdi.

                Bizim ülkemizde aydın insanları, bilhassa yazarları, gözaltına almak, sürgüne göndermek yahut tutuklamak bir gelenek haline gelmiştir. Tevfik Fikret de bu gelenekten nasibini almıştır. Hatta bu göreneğin, benim bildiğim ilk örneklerinden biridir. Buna misal olarak 1896’da, bir toplantıda okuduğu Halife Abdülhamit karşıtı bir şiir yüzünden göz altına alınmasını verebilirim. Neyse ki, evi arandığında şiirin bulunamaması üzerine serbest bırakıldı. Aksi takdirde, kim bilir akıbeti ne olurdu? Bu olay onun, dönemin bazı aydınlarıyla beraber bir Yeni Zelanda hülyasına kapılmasına yol açan etmenlerden biridir. Diğerleri arasında sarhoş kocasından devamlı dayak yiyen Sıdıka’nın ölümünü, birtakım dostlarının sürgüne gönderilmesini ve babasının sürgünde ölmesini sayabilirim.

 Ne alaka Yeni Zelanda değil mi? Maksat, yeşillikler içinde bir yer olsun, Osmanlı’nın baskıcı yönetiminden uzak bir yer olsundu herhalde. Tabi bu rüyanın imkansızlığı kısa süre içinde ortaya çıktı. Fikret de onu Yeni Zelanda’dan, Manisa’ya çevirdi. İşe bakın ki,  bu plan da suya düştü Kaçmak arzusu, kalbinin her çarpışıyla hücrelerine daha kuvvetli sirayet eden Fikret için iki çare kalmıştı. İlki Aşiyan’ı inşa etmekti, ki bu işe derhal girişti. İkincisiyse yazmak, soluk soluğa kalıncaya, öfkesini ve acısını kağıda tamamıyla kusuncaya dek yazmaktı. İşte o meşhur Sis şiirini böyle bir ruh halindeyken yazdı:

“Sarmış ufuklarını gene inatçı bir duman,

beyaz bir karanlıktı ki, gittikçe artan,

ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,

bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü,

tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki bakar

onun derinliğine iyice sokulmaya korkar!

Ama bütün bu derin karanlık örtü sana çok layık;

Layık bu örtünüş sana ey zulümler sahası

...”

                Eğer Aşiyan’ı gezmeyi düşünüyorsanız bilmezi gereken iki şey var. İlki; müzenin olduğu doruğa tırmanana kadar canınızın çıkacak. Müzeye ulaştığımda ben soluk soluğaydım. Fikret’in dostlarının neden bu eve “kuş yuvası” dediklerini iyice anladım. Ayrıca, sportmenliğiyle pek bilinmeyen ve zaten şeker hastası olan Fikret’in eve neden eşek üstünde çıktığımı öğrenmiş oldum. Yalnız, itiraf etmeliyim ki yorgunluğuma rağmen geldiğime değmişti. Karşımda üç katlı, mütevazi bir ev ve onu çepeçevre saran yemyeşil bir bahçe duruyordu. Ve o manzara! Boğaz tüm kudreti ve ihtişamıyla ayaklarımın altına serilmişti. Su, gün ışığının altında gümüşi bir parıltıya bürünmüştü ve dalgalar, yunuslar gibi oynaşıyor, yer yer turkuazı laciverte katıyordu. Böyle bir yerde yaşadığınızı, denizin üzerine doğan günle uyandığınızı ve gece, gözlerinizi mehtaba kapadığınızı hayal edebiliyor musunuz?

Aslında Aşiyan sırf manzarası için bile görülmeye değerdi. Ancak bu müzenin size sunduğu cevherlere bir ihanet olurdu. Bu ihaneti de ilk olarak Halife Abdülmecit’in, Fikret’in Sis’inden esinlenerek yaptığı Sis tablosuna işlemiş olurdunuz. Bu tablo, sise bürünmüş bir İstanbul’un resmidir. Sis o kadar kaçınılmaz ve mütemadiydi ki, İstanbul görünmüyordu. Yalnız, biraz uzaktan baktığınızda belli belirsiz bir iki minareyi, belki rıhtımı birer gölge hülyası olarak seçebiliyordunuz. Tablo, İstanbul’a, denizden bakıyordu. Kurşuni deniz üzerinde mahzun bir kayık yüzüyordu. Burnunu sisin içinden güç bela çıkarmıştı, ancak bedeni hala onun esiriydi. Sis o kadar yoğundu ki! Elimi uzatsam ıslaklığını tenimde, vücudumda hissedecektim. Nazım Hikmet’in tabiriyle “Hava kurşun gibi ağırdı,” ve bu ağılık beni etkilemeye başlamıştı. Daha fazla dayanamayacaktım. Önümdeki ilk odaya daldım.

Kendimi Edebiyat- Cedide Odası’nda buldum. Bu, Fikret’in tanıdığı yahut birlikte çalıştığı edebiyatçıların portreleriyle kaplı bir odaydı. Kimler yoktu ki bu simaların arasında? Ziya Gökalp, Recaizade Ekrem, Nabizade Nazım, Abdülhak Hamit Tarhan... Bana öyle geliyor ki, bir kitap okuduğumuzda, yazarıyla ilgili pek kafa yormayız. Daha doğrusu onun fiziki görünümüyle meşgul olmayız. Bizi ilgilendiren onların fikir ve his dünyalarıdır. Onlarla cebelleşirken, onlara mevcudiyet veren insanların varlığını unuturuz. Birer insan olmaktan çıkar o yazarlar ve bazı düşüncelerimizin, inançlarımızın, kalp atışlarımızın timsali olurlar. Kimi zaman bu timsallere birer yüz tasavvur ederiz. Kimi zamansa bir yüzleri yoktur. Varsa bile onları tam seçmemize mani olacak bir perdeyle örtülüdürler.

Durum böyle olunca yalnızca ismen ya da eserlerinden bildiğim bu insanları, bu kadar somut bir şekilde görmek beni bir parça şoka uğrattı. Bir yandan hem bu şokun etkisinden kurtulmaya çalışıyordum, hem de bu simaları inceliyordum. Tatbikim sırasında, kimi zaman karşıma hiç beklemediğim kadar komik bir surat çıkıyordu. Ve ben, “Bu adam bu muydu,” diye düşünüyor, gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Bazense, bir yüze bakıyor ve ruhumun ta derinliklerini gören bir çift gözle karşılaşıyordum. Gülümsemem hemen siliniyordu. Bu gözler İçimde, keman teli gibi bir şeyler titretiyordu. Böyle gözlere sahip kişilerden biri Abdülhak Hamit’ti. Yaşına rağmen ne kadar de dinç ve etkileyici bir adamdı. Portresine bakarken belki de ilk defa altmış-küsür yaşındayken, yirmi yaşındaki Lüsyen ile bir aşk evliliği yapmasına şaşırmadım. Aslında müzede bir de bir Abdülhak Hamit Odası vardı. Bu oda onun şahsi eşyalarıyla ve portreleriyle döşenmişti. Ancak onu burada tasvir etmeye kalkışırsam, kısa bir biyografisini geçmem şart olacak. Bu burada yapmaktansa, başka bir tarihte Can Dündar’ın Lüsyen adlı eserinden bahsetmeyi ve böylelikle bu iki insanın hayatına dokunmayı tercih edeceğim sanırım.

Müzede dikkatimi celbeden bir başka yer bahçesiydi. Muhteşem manzarası bir kenara, bahçe yeşil gölgelere bürünmüş bir Cennet örneğiydi. Sağda solda kayaların içine oyulmuş göletler, yine kayalardan oyulmuş oturma yerleri, bahçeden, evin üçüncü katına tırmanan tahta, köprü, Tevfik Fikret’in mezarı... Fikret vasiyeti üzerine kendi bahçesine gömülmüştür. Gerçi 1915’te, vefat ettiğinde naaşı Eyüp Mezarlığına gömülmüştür ama sonradan, eşi Nazime Hanım’ın çabalarıyla, buraya aktarılmıştır.

Müzede görülecek daha pek çok şey var. Tevfik Fikret’in çalışma odası, kütüphanesi, Plato ’ya duyduğu hayranlıkla Platon'un Mağarası adını verdiği penceresi, Atatürk üstündeki etkisi sebebiyle kurulan Atatürk Köşesi, sonradan din değiştirip bir papaz olan oğlunun portreleri, Şair Nigar Hanım’la olan “ilişkisi”nden dolayı oluşturulan Şair Nigar Hanım odası... Eğer ki bu gizli diyarları keşfetmek, bu sükunu biraz olsun hissetmek, dimağınıza kaydetmek isterseniz Aşiyan’ın yolunu tutmanızı size şiddetle tavsiye ederim. Pazartesi ve Pazar hariç her gün açık olan Kartal Yuvası'nda keyifli bir gün geçirmenizi can-ı yürekten dilerim.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Varsa Bulamadım...


Geçen haftanın tiyatro faciasından sonra, ikinci bir oyuna gitmem korkunç bir fikir olabilirdi. Nick Payne’in yazdığı “If There Is I Haven’t Found It Yet”e (Eğer Varsa Henüz Bulamadım) giderken bu olasılığın gayet farkındaydım. Ancak oyun başladığında tüm endişelerim ve şüphelerim eridi ve yok oldu. Oyun sona erdiğinde o kadar etkilenmiştim ki, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: ”If There Is” şu ana kadar gittiğim en iyi tiyatrolardan biri olabilir.


“If There Is”, Payne’in ilk oyunu olmasına rağmen George Devine Tiyatro ödülünü kazandı. Bu başarının bir sebebi, oyunun küçük kadrosundan oluk oluk taşan yetenek. Zira bu kadro Anna Funke’dan (Hairspray, Wicked, Silence! The Musical), Jake Gyllenhaal’dan (Donnie Darko, Brokeback Mountain, Source Code), Enid Graham’dan (Fortune’s Fool, King Lear, Margot at the Wedding) ve Brian F. O’Byrne ’den oluşuyordu. Başroller Funke ve Gyllenhaal’ındı. “If There Is” de, Anna (Funke) 15 yaşında, aşırı kilolu bir kızdır ve bu yüzden okul arkadaşları onunla devamlı dalga geçmektedir. Annesi Fiona (Graham), kızını ne kadar sevse de, ne ona nasıl yardım edeceğini bilmektedir, ne de onunla nasıl konuşacağını. Fiona, kızıyla doğru düzgün iletişim kuramadığı gibi, kocasıyla da ciddi bir kopukluk yaşamaktadır. Gerçi bu yalnızca onun suçu değildir. Çünkü George (O’Byrne), doğayı korumakla ilgili yazdığı kitapla kafayı o kadar bozmuştur ki başka bir şey konuşmayı bırakın, düşünememektedir bile. Kısacası, oyundaki tüm karakterler, derin bir yalnızlığın içine gömülmüşlerdir. Ta ki, Anna’nın amcası Terry (Gyllenhaal) onlarda kalmaya gelinceye kadar.
 

Sevdiği kadın tarafından terk edilen Terry, dünyadaki yerini hiç bulamamıştır. Mütemadiyen başıboş gezinir ve kimse tarafından sevilmediğine kanidir. Tıpkı Anna gibi. Belki de bu yüzden bu iki karakter alışılmadık, ancak güçlü bir dostluk kurabilmişlerdir. Ve bu dostluk ikisinin de ihtiyacı olan şeyi onlara sağlamaktadır: konuşacak, kendilerini dinleyecek ve anlayacak biri. Tabi bu Terry’nin, Anna’ya doğru yardımı ve tavsiyeleri sunduğu anlamına gelmez. Zira Terry, Anna’nın anne-babasından gizlice bir çocukla buluşmasına yardım edince evden kovulur. Tek güvenebildiği insanı kaybeden Anna, anne-babasının da boşanmaya karar vermesi üzerine olanları kaldıramaz ve intihar etmeye karar verir.


Bazı anlar vardır, asla aklınızdan çıkaramazsınız. Hayattan küçük kesitlerdir onlar, küçük resimlerdir. Ve öyle yalın, canlı ve insancadırlar ki gözlerinizi kapadığınızda tekrar canlanıverirler. İşte bu sahne de aynen böyle bir andı: Beynimin içine kazınan bir an. Yaşadığım süre boyunca Anna’nın, titreye titreye küvete ilerlemesini, suya girdiğinde jileti hafifçe kavramasını ve yavaşça bileğine doğru götürmesini unutmayacağım. Onun sessiz sızlamalarının gitgide nasıl arttığını, nasıl acı dolu, insanın yüreğini titreten ve orada yankılanan bir çığlığa ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya dönüştüğünü unutmayacağım. Asla unutamayacağım. Eğer bu sahne, oyunun ortasında değil de, sonunda olsaydı, herhalde bende uyandırdığı bu perili his kat be kat artardı.  durum böyle değildi.

            “If There Is...” ile ilgili dikkat çekici bir nokta da set tasarımıydı. Oyunun başında, tüm mobilyalar ve eşyalar üst üste yığılmış, adeta bir dağ oluşturmuştu. Her yeni sahneye geçildiğinde, gerekli dekor bu dağdan kurtarılıyordu. Artık ihtiyaç duyulmayan eşyalarsa sahnenin önündeki havuzun içine fırlatılıyordu, sanki “su alsın, götürsün dertlerimi” der gibi. Son sahneye gelindiğinde set, Anna ve Terry’nin üstünde durdukları platform dışında, tamamen boştu. Anna’nın, Terry’le son konuşmasını izlerken, bu boşluğun ikisi için de farklı şeyler anlamına gelebileceğini fark ettim. Anna için bu bilinmeyen olasılıklar, hayatın o boğucu karmaşasından kurtulmuş serin gölgeler olabilirdi. Terry’ye gelince... Onun havada sallanan, yersiz yönsüz hayatını düşününce, bunun, onun için büyük bir boşluk olabileceğini ve bu boşluğun ya çözümleneceği ya da, daha büyük bir ihtimalle, onu gömeceğine inanmak güç değildi.

           

Hadi Tiyatroyu Yıkalım!


Hani bir his vardır, sanki açık havada boğuluyormuşsunuz gibi? Duvarlar üstünüze üstünüze geliyordur ve bir el parmaklarını yüreğinize dolamış, sıkıyordur? Böyle anlara yakalandığınızda tek istediğiniz olduğunuz yerden mümkün olduğunca uzaklaşmak, tabana kuvvet kaçmaktır. Peki, ya bunu yapamasaydınız? Ya kaçamasaydınız? Ne yapardınız? Eh, eğer bunu öğrenmek istiyorsanız New York’ta, Cort Tiyatrosu’nda oynayan, ‘Grace’e gitmeniz yeterli! Yaklaşık iki saat süren ve kendinizi kurtaramayasınız diye ara verilmeyen oyunun hayatınızda deneyimleyeceğiniz en iç bayıltıcı şey olduğuna bahse girebilirim!

Craig Wright’in yazdığı “Grace ”in başrollerini Paul Rudd (I Love You, Man, Knocked-Up), Kate Arrington (Fake, The Violet Hour) ve Michael Shannon paylaşıyor. Oyunda genç ve aşırı dinar bir çift, Steve (Rudd) ve Sara (Arrington), İncil temalı bir oteller zinciri açmak için Florida’ya taşınır. Bu iş için çok heyecanlı olan, ancak dolandırıldığını fark etmeyen Steve, karısıyla yeterince vakit geçirememektedir. Bu yeni şehirde yalnızlık çeken Sara komşusu Sam (Shannon) ile arkadaş olur. Sam karısını bir araba kazasında kaybetmiştir, ölümü için kendisini suçlar ve yüzünü yaralıdır. Esiri oldukları bu yalnızlığı aşmaya çalışırken, bu iki karakterin birbirlerine aşık olduklarını ve dolandırıldığını anlaması üzerine Steve’in dünyası başına yıkılır. Oyunun sonunda karısın ve onun sevgilisini vuran Steve intihar eder.

Kulağa aslında ilginç gelen bu oyunun insanı böyle daraltmasının sebeplerinden biri Steve’in ta kendisi. Son derece dindar ve saf olan bu karakterin sizi sinir eden yanlarından belki en önemlisi gevezeliği. Zira Steve, her ne kadar inkar etse de, karşısındakini kendisiyle aynı fikri edinmeye zorlayana dek konuşmayı kesmeyen bir tip. Böyle birinin, oyunun ¾’ü boyunca nasıl uzun ve anlamsız monologlara daldığını tahmin edebilirsiniz. Öyle ki, bunlar bir süre sonra “Kapa artık çeneni,” diye bağırmak istemenize neden oluyor. Aslına bakarsanız , Sara da sizde benzer hisler uyandırıyor. Ancak ona haykırmak istediğiniz şey, Steve’in aksine, “Söyle artık söyleyeceğini!” Çünkü Sara, insanların sözlerini bastırmalarına izin vermesinin yanı sıra, öyle yavaş konuşuyor ki bazen akli dengesinin yerinde olup olmadığını merak etmeden duramıyorsunuz.

Karakterlerin sinir bozuculuğunu bir kenara bırakırsak, beni oyunda asıl bunaltan onun yapısıydı. Öncelikle, “Grace”, oyunun son sahnesiyle, daha doğrusu bu sahnenin, aynı bir videodaki gibi, geri sarılmasıyla başlıyordu. Yani sondaki cinayet-intihar sahnesi baştaydı ama tersine hareket ediyordu. Mesela Steve karısını “vurduğunda”, kadın yere düşeceği yerde, ayağa kalkıyor ve “Lütfen beni vurma,” demeye başlıyordu. Hadi çıkın işin içinden çıkabilirseniz!

Bu sahne başa sarıldıktan sonra, oyun asıl başlangıca, yani çiftin Florida’ya taşınmalarına döndü ve buradan itibaren normal, kronolojik bir sıra takip etmeye başladı. Ancak oyun yazarı sıkılmış olacak ki, zamanla yeniden oynamaya karar verdi. Ama bu sefer bunu, gelecekten geçmişe atlamak yerine, sahnelerin sonunda oyunu dondurarak ve bazı kısımları tekrar canlandırarak gerçekleştirdi. Sonra tekrar...Ve tekrar...Ve tekrar...

Hazır sahnelerden bahsetmişken, aralarındaki geçişlerin garipliğine diyecek yok doğrusu! Oyunun bir bölümü sona eridiğinde ve durdurulduğunda, loş, kırmızı bir ışık etrafı kaplıyordu ve titreşim gibi bir UFO müziği bağrınmaya başlıyordu. Hani televizyon bozulduğunda bir statik sesi vardır ya? Aynı onun gibi ama daha yüksek sesli. Sonra bu ses kesiliyordu ve oyun bambaşka bir ana atlıyordu. Bu durumun başımı döndürmediğini söylesem yalan olur.

Aslına bakarsanız, bu etkiyi yaratan asıl şey sahnenin dönmesi de olabilir. Bu o kadar yavaş bir dönüştü ki, onu fark edemiyordunuz bile! Derken bir bakıyordunuz ki, az önce sol tarafta olan mobilyalar sağ tarafa geçmiş! Hadi bu atlı karıncaya sahnenin nasıl paylaşıldığını da ekleyelim ve bana akıl hastanesinin yolu görünsün.

Sahne paylaşımı derken ne demek istediğimi hemen açıklayayım: Şimdi, sahnede devamlı aynı dekor vardı. Bu dekor, iki farklı apartman dairesini göstermek için kullanılıyordu. Ama farklı zamanlarda değil, aynı zamanlarda. Mesela, Sam ve Steve birlikte aynı yemek masasında oturuyorlardı ama birlikte değillerdi. Tek bir masa hem Steve’in evindeki masayı, hem de Sam’in evindekini temsil ediyordu. Dolayısıyla iki karakter fiziksel olarak yan yana, hatta dip dibe olduklarında bile birlikte olmayabiliyorlardı! Böylece karakter ve zaman kavramları yıkıldıktan sonra, yer kavramında parça pinçik edilmiş oluyordu. Ve siz, bir yandan tüm bunları çözmeye, bir yandan da oyunu takip etmeye çalışırken tıpkı bu oyun gibi, darman duman oluyordunuz. Bir süre sonra zaten oyunu takip etmeye çalışmayı kestiğiniz için de aklınızda yalnızca bir soru kalıyordu: Hay akılsız kafam! Benim burada ne işim var?

Doğanın Çığlığı


Sanat dünyasında çığır açmış bazı eserlerin olduğu inkar edilemez bir gerçek. Bu resimler gerek filmlerde, gerek internet üzerinde o kadar çok dolanmışlardır ki, artık herkesçe bilinirler. Öyle ki, bunları artık bir ikon olarak düşünebiliriz. Norveçli ressam Edvard Munch’ın “Çığlık” tablosu da bu eserlerden biri. Eh, bu yapıtın aralık sonuna kadar New York’a geldiğini düşünürsek, ben dahil, sürüyle insanın onu görmek için MOMA’ya (Museum of Modern Art) akın etmesine şaşmamak lazım.

            “Çığlık”ın kendisine geçmeden önce Munch’tan biraz bahsetmekte fayda olabilir. Edvard Munch 12 Aralık 1863’te, Norveç’te doğdu ve çocukluğunu orada, Oslo’da geçirdi. Genç yaştayken hem annesini, hem de kız kardeşini tüberküloz sebebiyle kaybetti. Fanatik bir Hristiyan olan babasının yetiştirdiği Munch, hayatının bu döneminin “deliliğin ve hastalığın ikiz melekleri” tarafından yönetildiğini söylemişti.

Mühendislik okuluna giden Munch, 1 yıl sonra okuldan ayrılmış ve babasının itirazlarına rağmen kendisini bir ressam olarak yetiştirmeye başlamış. Bu sebeple de  Paris’e taşınmış. Ancak, babasının vefatı üzerine eve dönmüş ve ailesini geçindirmeye çalışmış. Ressam olarak zamanla ün salan Munch, 1908’de alkolizmi ve kavgacı kişiliği yüzünden çeşitli sağlık problemleriyle karşılaşmış. Bu problemlerin halüsinasyonlara ve sinirsel bir yıkıma  yol açmasıyla da Danimarka’da bir hastaneye yatmış. Burada, elektroşok dahil, birtakım tedaviler deneyimleyen Munch, 1909’da, iyileşmiş olarak Norveç’e dönmüş. 23 Ocak 1944’te de, Oslo’da hayata veda etmiş.

Munch’ın “Çığlık”ına gelince... Eser, müzenin en üst katında, loş bir odada sergileniyor. Sırada uzunca bir bekleyişten sonra, resmin önüne geldiğimde, açıkçası, nefesim kesildi. Bir tuval yerine, kahverengi kağıt üzerine yapılmış olan “Çığlık”, yakınında duran herkesin gerçek bir terörle titremesine yol açıyordu. Tabloda ilk fark ettiğiniz şey, cinsiyet dahil, tüm insancıl özelliklerden arındırılmış bir kişi, daha doğrusu bir yaratıktı. Bu kel, insan/yaratık ellerini, sanki bir sesi boğmak istermişçesine kulaklarına bastırmıştı. Belki de boğmaya çalıştığı, kendi çığlığıydı. Derisi, ıslak bir üst gibi kemiklerine yapışmış olan yaratık/insanın suratı, bir kurukafayı andırıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve ben bu gözlerden kendimi alamıyordum.
 
 
 

Bu tuhaf mahlukun dikkatinizi çeken bir başka özelliği, biçimsiz biçimiydi. Zira, ince vücudu dans eden bir kobra gibi kıvrılmıştı. Lakin, bu kıvrılmanın sebebi kendi iradesi değil, üstüne belli belirsiz bastıran dalgalı gökyüzü ve önünde durduğu karanlık fiyorttu (buzullar tarafından oluşturulan körfez). Öyle ki, fiyort ve deniz, gökyüzüyle bütünleşmişti ve bu etmenler yaratığı iç içe geçmiş ve arka planı kendileriyle şekillendirmişlerdi. Kömür siyahı fiyorda gelince, o aynı kıvrımlarla denizin etrafını sarıyor ve alev alev yanan, oluk oluk kaynayan gökyüzünün içine akıyordu.

Peki neden bu korku? Neden bu terör? Bu zavallı yaratık ne görmüş veya duymuş olabilir ki hissettiği dehşetin be denli şedit olsun? Resmi incelerken bu sorular aklımda dolanıyordu. Cevabı öğrenmek içinse tek yapmam gerekense, eserin yanındaki küçük yazıya bakmaktı. Burada Edvard Munch’ın “Çığlık”la ilgili, zamanında yaptığı açıklama yer alıyordu:

“Bir akşam yolda yürüyordum, bir yanımda şehir yatıyordu ve altımda fiyort uzanıyordu. Güneş battı, bulutlar kırmızıyla lekelenmişti, kan gibi. Doğa bağırıyormuş gibi hissettim, sanki çığlığını duyabiliyordum. O resmi yaptım, bulutları kanmış gibi boyadım. Renkler çığlık attı.”


            Konu sanat hırsızlığı olunca insanların (en azından benim) aklına şu Hollywood sahnelerinden biri geliyor: usta hırsız, tam bir Ninja kostümü içinde müzeye girer, alarmı devre dışı bırakır ve tavandan sarkarak tabloyu çalar. Tabi bir ara akrobatik bir şekilde bir lazer engelini aşmazsa olmaz. Ancak gerçek, bundan çok ama çok uzak. Bu biraz üzücü gerçeği "Çığlık"ın vaki zamanında iki defa çalındığını okuduğumda öğrendim. Zira her iki seferde de “usta” hırsızların yaptıkları açık “unutulan” bir pencereden içeri sızıp, tabloyla birlikte kayıplara karışmaktı! Eh, ne diyeyim? İyi ki MOMA’nın açılabilecek pencereleri yok. Gerçi MOMA’nın heykel bahçesine açılan bir kapısı var ama onun oldukça sıkı korunduğunu zannediyorum. 
 
Eğer Moma'daki bu sergiyi görememişseniz o zaman yapabileceğiniz iki şey var. İlki Oslo, Norveç'e gidip, Munch Müzesi'ni kendisin gezmek, ki bu kulağa çok uzak bir ihtimal gibi geliyor. İkincisiyse  çalınan "Çığlık" bulan Edward Dolnick'in  “The Rescue Artist”ini (Kurtarma Sanatçısı) okumak. Keyifle dalacağınız bu sayfalarda hem bu biraz çatlak sanatçıyı tanıyabilirsiniz, hem bir parça sanat tarihi öğrenirsiniz, hem de sanat kaçakçılığı tarihinin içine dalabilirsiniz. Aslına bakarsanız ben bu kitabın üzerine başlı başına bir yazı bile yazabilirim. Ama önce sayfalarına tekrar bir göz atmam gerekebilir; şöyle bir hafızamı tazelerim. Hadi, o zaman bana da, size de kolay gelsin!
 
 

Güzeli Yeniden Tanımlamak


Bir sanat eserini neden beğeniriz? Neden bir kitap gözlerimize yaşlar getirebilir, bir beste kelimeleri anlamsızlaştırır ve bir tablo kendimizi unutmamıza sebep olabilir? Nasıl oluyor da kimi eserler varlıklarıyla bizi büyülüyor ve o anlığına yok edebiliyor? Neden? Sanat güzeli tanımlayan, en yüksek ve ideal araç olduğundan mı? Ama eğer öyleyse o zaman yalnızca o ince burunlu, uzun saçlı yunan heykellerinin ve güzel kadınların portrelerinin bu yeteneğe sahip olması gerekmez mi? O zaman tüm bu diğer sanat eserleriyle ve yaratıcılarıyla ne yapacağız? Mesela Picasso gibi... Ya da Francis Bacon... Ya da şu anda Metropolitan Müzesi’nde eserleri sergilenen Henri Matisse...


İsmi Picasso ve Cezanne gibi sanatçıların yanında yer alan Matisse, zamanının “güzel” ve “zarif” tanımlarını yıkan ve onlara yeni anlamlar yükleyen bir ressamdı. 1869’da, Fransa’da doğan ve aslında avukat olan Matisse, resim yapmaya apandisit ameliyatı için hastanede yatarken başladı. Sanat o andan itibaren onun en büyük aşkı ve tutkusu oldu. Öyle ki, karısı Amelie’ye evlenme teklifi ederken ona “Seni çok seviyorum, ama resim yapmayı her zaman daha çok seveceğim,” demişti. Bu büyük aşka rağmen Matisse’in ciddi bir sanatçı olarak tanınması, ancak 1906’dan sonra, yani ressam 40’larının başına merdiven dayadığında gerçekleşti. İşte bunun sebebi de sanattaki bu “güzel” anlayışına karşı isyanıydı.


Matisse, eserlerinde bir objeyi veya kişiyi adeta baştan yaratırdı. Onları, tanımlanamayacak bir hale sokmadan deformasyona uğratıp, en basit çizgilerine indirirdi. Bir kadını resmediyorsa, o kadının kaba vücut hatlarını ön plana koyar, yüzünün ve bedeninin insansı keskinliklerini yok ederdi. Yüzüne baktığınızda gördüğünüz gülümsemesi değil de, hatları olurdu. İşte bu sebeple adını koyamadığınız bir zarafet, bir saflık vardı. Kadının ifadesi tamamen silinmiş olsa bile!


Durum böyle olunca, Matisse’in sanatındaki yaklaşımın takdir edilmesi oldukça zaman aldı. Sergileyebildiği parçalar, uzun bir süre “çocuksu”, “çirkin”, hatta “zarafetten yoksun” olarak tanımlandı. Ne kadar da tuhaf... Bir çağda “zarafetten yoksun” olarak tanımlanan bir eser, başka bir çağda zarafetin ana sembollerinden biri haline gelebiliyor. Tıpkı Matisse’in “Genç Denizci” tabloları gibi. Bu iki resim, Matisse’in tanıştığı 18 yaşında bir çocuğun iki farklı şekilde yorumlanmış halleriydi.


Gencin ilk resmi, sert fırça darbeleriyle, ince renk katmanlarının birbirine katılmasıyla oluşturulmuş. İç içe geçip patlayan renklerin arasında boyanmamış gibi duran parçalar, gün ışığının bu dinç bedene nasıl çarptığını yansıtıyor sanki. Bu yansıma, gömleğin kırışıklıklarına vurdukça perde perde gölgeler oluşturuyor ve bunların yüzüne düşmesine de yol açıyor.


Bu gölgeli simadan gözlerimi almak birazcık güçtü doğrusu. Denizcinin daha tam olgunlaşmamış hatlarında gizli bir masumiyetle karışık sertlik vardı ve bu ona garip bir ciddiyet katıyordu. Sanki aşığını limanda gözüne kestirmiş ve aklını onun hayaliyle doldurmuştu. Suratındaki bu naif sertlik, tüm vücudunu sarmalamıştı. Bir eliyle sandalyeye tutunuşu, diğeriyle ensesini ovuşu, hafifçe öne eğik omuzları... Bu katı şefkat, bu tutku, onun en çok kömür gözlerinde ve dolgun dudaklarında toplanmıştı. Sanki bu dünyada değil de, başka bir dünyadaydı.
 
 

 

Resmin ikinci yorumu, ilkinden çok farklıydı. Burada renkleri daha yoğun kullanan Matisse, denizcisini daha yumuşak çizgilerle yaratmış ve bu çizgileri biçimsizliğin ucuna getirmişti. Bunun sonucunda daha düz ve gerçekdışı bir görünüm kazanan denizci, o önceki sertliği ve tutkuyu yitirmişti. Dayanıklı delikanlının yerini masum, saf bir çocuk almıştı. Bu saflık, en çok o kocaman gözlerinden okunuyordu. Orada öyle bir ışık vardı ki, ondan kendinizi koparamıyordunuz. Yan yana duran bu iki insan nasıl bu kadar farklı olabilirlerdi? Ruhunuza nasıl böyle kudretle bakabilirlerdi? Bu iki denizci nasıl aynı insan olabilirdi?

 Sergide beni derinlemesine etkileyen üç resim vardı. “Genç Denizci 1” ve “Genç Denizci 2” bunlardan ikisiydi. Sonuncusuysa Matisse’in “Rüya” adlı bir tablosuydu. Üstünde tam 1 yıl çalıştığı ve yaşadığı süre boyunca asla satmadığı “Rüya”yı Matisse, defalarca elden geçirmişti. “Rüya”da her değişiklik yaptığında da, bunun fotoğrafını çeken ressam, onu nihayet sergilendiğinde, tüm fotoğraflarını etrafına asmıştı. Böylelikle bir sanatçının şaheserinin nasıl oluştuğunu seyircilerine bir parça olsun gösterebilmişti.


“Rüya”, masasında uyuyakalmış genç bir kadının resmidir. Beyaz bir elbise giyen kadın, kolunu başının altına almıştır ve bu upuzun kol, bir kuğunun kanadını andırmaktadır. Sanki o ufacık başını kaldırsa, o kanat onun o kaba, ama zarif bedenini göklere taşıyacaktır. Ancak onun böyle bir niyeti yoktur. Pembe yüzünde, bir kelebeğin kanadı kadar narin kirpiklerinde ve hafif aralık dudaklarında öylesine bir huzur yatıyordu ki, ona bakarken kendinizi onun uykusunda, onun rüyasında bulmak istiyordunuz. Tüm bedenini bir battaniye gibi saran bu sükunetten ve tatlılıktan kendinizi alamıyordunuz. En azından ben alamıyordum. Ta ki arkamdaki kadın kızgın kızgın öksürene kadar.

 Bu üç resim beni her ne kadar derinden etkilemiş olsa da, Matisse’in diğer resimlerinin büyüleyiciliğini dikkate almamak yanlış olur. Ancak sergideki her resmi uzun uzun anlatırsam, bu yazının sonu gelmez. O yüzden belki de bu yazıyı burada sonlandırmak ve sizi sergiyi görüp kendi kararlarınızı vermeye davet etmek en iyisi. Kim bilir, belki de sizinle orada görüşürüz, zira Metropolitan’a bir kez daha gidebilirim!

 

 

 

Yetmiş İki Gün Kımıldamadan


‘Sanat acı çekmek demektir,’ tabirini daha önce duymuştum. Ancak, bunun örneklerini farklı sanatçıların eserlerinde ne kadar görmüş olsam da, doğruluğunu, performans sanatçısı Marina Abramovic’in yapıtlarındaki kadar kuvvetle sezinlediğimi zannetmiyorum. Bana göre performans sanatı, tıpkı modern dans gibi, oldukça tartışmalı bir konu: Böyle bir gösteriyi izlemeye gittiğinizde ya gördüklerinizi ilginç bulur ve izlemeye devam edersiniz ya da ‘Bu ne ya kardeşim,’ der, çekip gidersiniz. Şahsen, ben genellikle ikinci kategoriye düşerim. Zira bu sanat dalından pek anladığımı söyleyemeyeceğim. Dolayısıyla, Abramovic’in, MOMA’da gerçekleştirdiği “The Artist Is Present’ (Sanatçı Burada) adlı gösterisini ilk duyduğumda tepkim “Bu kadın çatlak mı?” olmuştu.

            Uç ay süren gösteri şundan ibaretti: Abramovic her sabah, erkenden MOMA’nın bir sergi salonunda, karşılıklı iki sandalyeden birine yerleşiyor ve bekliyor. Sonra sıraya girmiş olan seyirciler tek tek Abramovic’in karşısına oturuyor. Abramovic ve seyirci birbirlerine bakıyorlar ve... Bitti. Bu kadar. Tabi gösterinin bazı kuralları var. Bir kere Abramovic’in yerinden kımıldaması yasak. O, bütün günü aynı sandalyede, yemek yemeden, su içmeden ve tuvalete gitmeden geçirmek zorunda. Seyirciye gelince, Abramovic’in karşında istediği kadar kalabilir. Ziyaretçilerinden bir tanesi, mesela, orada tam yedi saat geçirmiş. Seyircinin yapamayacağı tek şey Abramovic ile konuşmaya çalışmak; o da Abramovic'in onlara cevap verememesinden kaynaklanıyor. Abramovic, konuşmak bir kenara dursun, kolunu dahi kımıldatamıyor. Sırp sanatçının canlı bir heykel vaziyetinde geçirdiği bu zaman az uz da değil. Burada yaklaşık üç aydan ve toplamda 700 saatten bahsediyoruz!

            Bu haklı tepkimden de çıkarabileceğiniz gibi, Abramovic’in performansından pek bir şey anlamamıştım. Ta ki Marco Anelli’nin gösteriyle ilgili kitabını okuyana kadar. Anelli, gösteride Abramovic ile çalışan fotoğrafçıydı. Göreviyse gösteriye gelen herkesin bir portresini çekmekti. Gelen kişinin orada ne kadar kalacağını bilmediğinden de, bütün performans boyunca salonda olması gerekiyordu. Yani, tıpkı Abramovic gibi, bütün günü yemek yemeden, su içmeden ve tuvalete gitmeden, fotoğraf çekerek geçirmesi lazımdı. Aynı hamurdan oldukları ne kadar de belli oluyor!

            Gösteri sona erdiğinde Anelli çektiği resimlerden oluşan bir kitap hazırladı. İşte benim elime geçen kitap da buydu. Sayfalardaki, şaşırtıcı bir görüntüydü doğrusu: Sayfa sayfa dizilmiş bir yığın insan, yanaklarından yaşlar süzülüyor.  Sanırım Abramovic’in yapmaya çalıştığını bu yüzlere bakarken anladım.  Günümüz dünyasında, özellikle New York ve İstanbul gibi büyük şehirlerde, insanların değil birbirleriyle konuşmak, birbirlerinin suratına bakacak zamanları yok. Sokaklarda bir koşuşturmaca, birbirinin omzuna çarparak geçip gitmeler... Sanki bir hayaletler şehrinde yaşıyoruz. Sanki biz asında yokuz.

            Abramovic 'in göstermeye çalıştığı buydu bence. Karşısındaki insana tüm dikkat ve ilgisini veriyor, sanki sen buradasın, sen varsın, sen önemlisin diyordu. O anda insanların hayatını paylaşıyor, onların acılarını ve sevinçlerini onlarla beraber hissediyordu.

            Ya da belki de, ben bu konu üstünde biraz fazla kafa patlatıyorum. Belki de bende de Abramovic ve Anelli’de kol gezen o çatlaklıktan bir parça var... Kim bilir?

            Aklımda yeni yeni filizlenen bu düşüncelerle  Abramovic ve Anelli'nin bir kitapçıda yaptıkları konuşmaya gittim .  Tüm sandalyeler kapılmış olduğundan, raflara dayanmakta olanların arasında yerimi aldım. Az sonra iki sanatçı karşımda duruyorlardı.

            Konuşma, doğal olarak, ‘The Artist Is Present’a odaklanıyordu. İki artist projenin hazırlık everesini kendi açısından anlattı. Üç ay boyunca böylesine zorlu ve korkutucu bir deneyim yaşadıklarını düşününce kendilerini psikoloji, fiziksel ve duygusal bakımlardan bir hayli hazırlamaları gerektiği aşikar.

            Abramovic üç ay boyunca aynı düz renkli, sade elbiseleri giymişti. Bunun sebebini seyircilerinin dikkatini kıyafetlerinden uzaklaştırıp, yüzüne, bilhassa gözlerine odaklamak olduğunu anlattı. Gözler ruhun penceresidir ne de olsa ve bu pencereler sayesinde Abramovic’in karşısındakinin hayatına ve duygularına şahit olduğu kadar, karşımandakiler de onun çilesine ve hayatına şahit oluyorlardı. Böylece ortaya insan ruhunun eşi bulunmaz bir örneği çıkıyordu. Böyle anları hatırladıkça da Abramovic’in zaman zaman gözleri doluyordu. Müzede onu görmeye gelen bir kadından bahsederken de böyle oldu. Anlattığına göre bu kadının kollarında belki daha bir yaşına bile basmamış bir bebek varmış. Genç anne, Abramovic’in karşısına oturmuş ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, yavaşça kızının başındaki şapkayı çıkarmış. Gördüğü manzara karşında bir darbe yiyen Abramovic ise sarsıla sarsıla ağlamaya başlamış. Zira çocukcağızın başında, alnından kafasının gerisine kadar uzanan, koskocaman bir yara varmış.

            Konuşmanın son yarım saati boyunca Abramovic ve Anelli seyircilerin sorularını cevaplandırdılar. Sorulan soruların arasında fotoğrafçılık ve performans sanatı ile ilgili teknik sorular olsa da, çoğunluğu sanatçıların yaratıcı süreçlerini incelemeye odaklıydı. Tabi arada sırada ortaya Abramovic ve Anelli’nin bu eserlerini anlamamış olanları gözler önüne seren sorular da oluyordu. Raflardan birine dayanmış bir kızın sorusu da bunun örneklerinden biriydi: “Siz mazoşist misiniz?”

            Bu sualin ortaya atılmasıyla Abramovic birden kaskatı kesildi. Gözlerinde yanan öfkenin şiddeti ancak salonu kaplaya buz gibi sessizliğinkiyle eş değerdi. Buna rağmen, Abramovic kendini tuttu ve gayet sakin bir edayla şu cevabı verdi:

“Hayır. Ben mazoşist değilim. Ben bir performans sanatçısıyım. Sanatçılar söylemek istediklerini söylemek için ellerindeki malzemeleri kullanırlar. Benim elimdeki malzeme bedenim. Ne söylemek istiyorsam onu kullanmak zorundayım. Bu sırada, eğer acı çekiyorsam, bu acıyı sevdiğim için değil, acı sanatın ve hayatın bir parçası olduğu için çekiyorum.”

Gecenin son sorusu önlerde oturan bir bayandan geldi ve, bence, konuşmayı sonlandırmanın en uygun yoluydu: “Performans boyunca kimse sizi görmeye gelmeseydi ne yapardınız?”

Marina Abramovic başını kaldırdı ve gülümsedi:

Üç ay boyunca kımıldamadan oturur, bir sandalyeyi seyrederdim.”     

 

621 Yaşında Bir Keşiş



Hiç 621 yaşında birini gördünüz mü? Ben gördüm. Daha doğrusu, teknik olarak 621 yaşında olan birini gördüm: Budizm’in dini lideri, baş keşiş Dalay Lama. Bugün Dalay Lama olarak bilinen Tenzin Gyatso 15 yaşındayken asıl Dalay Lama’nın 14. Reenkarnasyonu olarak bellenmiş. Dolayısıyla, 1935’te doğup, aslında 77 yaşında olmasına rağmen, teknik olarak 621 yıldır yaşadığı düşünülebilir. Bu kadar ‘antik” bir insanın nasıl biri olduğunu hep merak etmişimdir. Eh, şansıma bakın ki, kısa süre önce bunu öğrenmek için elime bir fırsat geçiverdi: Sayın Dalay Lama, Budizm’in temelleriyle ilgili bir konuşma yapmak için Lincoln Center’a geliyordu.

Konuşmanın yapılacağı merkeze vardığımda, dalga dalga bir kalabalıkla karşılaştım. Biletlerini gösterip, içeri girmek için dışarılara uzanan sıralarda bekleyenlerin yanı sıra, bir yığın insan kaldırımlara dizilmişti. Merkeze erkenden geldiğime şükrederek ben de kuyruklardan birinde yerimi aldım. 45 dakika sonra, yani konuşmanın başlamasından beş dakika önce, koltuğumu bulmuş ve gözlerimi sahneye dikmiştim.

Salon, o anda bile, hınca hınç doluydu. Dalay Lama’nın oturacağı koltuk sahnenin tam ortasına yerleştirilmişti ve her iki yanında, dizlerinin üstünde, minderlerde oturan bir grup keşiş vardı. Hepsi turunculu, sarılı sarilere bürünmüştü. Arka plandaysa koskocaman bir Buda resmi vardı.

Bildiğiniz gibi, Buda, Budizm’in kurucusuydu. Anlatılan hikayeye göre, Buda, Hindistan’da, bir kralın oğlu olarak doğmuş Doğduğu zaman, bir kahin, krala oğlunun ya büyük bir kral ya da kutsal bir adam olacağını söylemiş. Kral, oğlunun da bir kral olmasını istediği için onu dini eğitimden ve hastalardan, yaşlılardan ve yoksullardan uzak tutmuş. Lakin, çok yaşlı bir adamla tanışması üzerine Buda sıklıkla halkın arasına çıkmaya başlamış. Burada şahit olduğu çilelerin bir sebebi ve çıkar yolu olması gerektiğine inandığı ve bunları keşfetmek istediği için de saraydan kaçmış ve sokaklarda yaşayıp, dini eğitim almaya başlamış. Gerçeği bulmaya yemin eden Buda, bir gün bir ağacın altına, meditasyon yapmaya oturmuş ve kırk dokuz gün boyunca yerinden kımıldamamış. Hikayeye göre, ellinci gün geldiğinde, yani sonunda gözlerini açıp, yerinden kalktığında, artık aydınlığa ulaşmış, bilge bir adammış.

Buda’nın turunculu, kırmızılı resmini inceler ve hikayesini aklımda çevirirken, tüm salonun ayağa fırlamasıyla hayallerimden uyanıverdim. Ne olduğunu anlamadan ben de ayağa kalktım ve karşımda sarisine sarılmış, ufacık, kel, titreye titreye ilerleyen bir adam gördüm. Bu adamcağız, önce eğilip bazı keşişlerin ellerini sıktı, sonra badi badi sandalyesine doğru ilerledi, oturdu ve seyircilerine oturmaları için işaret etti. Herkes tekrar yerini aldıktan sonra Dalay Lama konuşmaya başladı.

Üflesem devrilecek gibi görünmesine rağmen Dalay Lama’nın son derece gür bir sesi vardı. Ağır aksanlı İngilizcesi salonda yankılanıyordu ve ben iyice öne eğilip, ne dediğini anlamaya çalışıyordum. Konuşmanın ilk yarım saati boyunca, Dalay Lama, insanlarda sabrın, hoşgörünün ve sevginin öneminden bahsetti. Bu değerlerin insan ruhunu nasıl yücelttiğinin üzerinde uzun uzun durdu. Tabi tüm bunları söylemesi kolay. Ancak bu bahsedilen sabrı ve hoşgörüyü iki çocuğun tüm konuşma boyunca ağlaması ve “istemiyorum” çığlıkları karşında göstermek... İşte asıl zor olan bu! Evet, sabır ve hoşgörü, böyle durumlarda çok önemli olabilir, ama bunlar içinden küfür etmek ya da tırnaklarını avuçlarının içine batırmak kadar etkili olabilir mi? Bilemiyorum.

Bu açıklamalardan sonra Dalay Lama Budizm’in bazı temel öğretilerinden bahsetti. Bunu yaparken birden bire Tibetçe konuşmaya başlaması da benim “Eyvah, şimdi hiçbir şey anlayamayacağım, boşu boşuna geldim!” paniğine kapılmama yol açtı. Tabi, onca keşişin arasına karışmış, oturan çevirmeni göremememin bunda tesiri büyüktü.

Konuşma sırasında Dalay Lama asıl olarak Budizm’in dharmalarından, yani dünyayı oluşturan etmenlerden ve doğa yasalarından ve Buda’nın bazı öğretilerinden bahsetti. Bunlardan ilki Karma ve Yeniden Doğuş’tu. Normalde, Karma’yı tanımlamanın en basit yolu “ne ekersen onu biçersin”dir. Ancak Budizm’de bu fikir biraz daha karmaşık bir hal alıyor. Bu inanca göre her canlı sonsuz bir ölüm ve tekrar doğum döngüsü içinde, farklı formlarda yeniden var olmaktadır. Ancak bu “tekrar doğum”, diğer dinlerin “reenkarnasyon” fikirlerinden farklıdır, çünkü kişilerin zararlı ve erdemli istemleri burada onların tekrar doğma süreçlerini ve kaderlerini etkiler. Yani karma, kişilerin hem hayat döngüleriyle, hem de yazgılarıyla doğrudan alakalıdır. Bu demek oluyor ki, eğer ben konuşma sırasında sabrımı kaybedip, “Çocuğunuzu susturun,” diye bağırsaydım, karmadan çekeceğim vardı. Kim bilir, belki de ‘gelecek hayatımda’ bir böcek olacaktım bu durum yüzünden. Gerçi bu, bu davranış için aşırı bir öngörü de olabilir. Bilemeyeceğim.

Budizm’e göre bu dünyada Dört Yüce Gerçek vardır. Birinci gerçek, yani Dukkha, acının, hayatın bir parçası olduğunu söyler. İkinci gerçek, Samudaya, tüm acıların kaynağının insanların istek ve arzuları olduğunu ileri sürer. Üçüncü gerçek, Nirodha, kişilerin istek ve arzularından vazgeçerek, acılarından kurtulabileceğini iddia ederken, dördüncüsü, yani Maggayan, acılardan kurtulmanın Sekiz Aşamalı Asil Yol’dan geçtiğini belirtir. Sekiz Aşamalı Kutsal Yol sırasıyla gerçek bilgiden, doğru zihniyetten, doğru sözden, doğru davranıştan, doğru yaşam biçiminden, gerçek çabadan, gerçek dikkatten ve gerçek uyanıklıktan oluşur. Bu sekiz aşamayı üç kategoride toplamak mümkündür: Bilgelik, Güzel Ahlak ve Ruhsal Arınma. Kısacası, Budistler düşünce ve inanç şekillerini, davranışlarını ve yaşam biçimlerini değiştirerek kendilerini arzularından ve dolayısıyla acılarından kurtarabileceklerine inanırlar. Hadi, kolay gelsin!

Sayın Dalay Lama konuşmasını bitirdiğinde, salonda bir alkış tufanı koptu. Bu tufan ile birlikte sahneye bir renk cümbüşü akın etti. Bu cümbüş, simli, ışıltılı kıyafetler içinde çocuklardan oluşuyordu. Gülümseyen küçükler, kollarındaki buketleri Dalay Lama’nın önüne bıraktıktan sonra, birden bire onun önünde eğilmeye, diz çökmeye başladılar. Bu durumdan açıkça memnun olmayan Dalay Lama, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden kalktı ve çocukları durdurdu. O anda Dalay Lama’nın bu davranışını ne kadar doğru bulduysam da, şimdi düşününce merak etmeden duramıyorum: küçük çocukların önünde eğilip, diz çökmelerinden rahatsız olan bir insan, bir grup keşişin, ve bir çevirmenin, üç saat boyunca, kendisi rahat bir sandalyede otururken, dizlerinin üstünde, kımıldamadan oturmalarını nasıl doğru bulabilir? Bana mı öyle geliyor yoksa bu durum birazcık çelişkili değil mi?