25 Temmuz 2013 Perşembe

Varsa Bulamadım...


Geçen haftanın tiyatro faciasından sonra, ikinci bir oyuna gitmem korkunç bir fikir olabilirdi. Nick Payne’in yazdığı “If There Is I Haven’t Found It Yet”e (Eğer Varsa Henüz Bulamadım) giderken bu olasılığın gayet farkındaydım. Ancak oyun başladığında tüm endişelerim ve şüphelerim eridi ve yok oldu. Oyun sona erdiğinde o kadar etkilenmiştim ki, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: ”If There Is” şu ana kadar gittiğim en iyi tiyatrolardan biri olabilir.


“If There Is”, Payne’in ilk oyunu olmasına rağmen George Devine Tiyatro ödülünü kazandı. Bu başarının bir sebebi, oyunun küçük kadrosundan oluk oluk taşan yetenek. Zira bu kadro Anna Funke’dan (Hairspray, Wicked, Silence! The Musical), Jake Gyllenhaal’dan (Donnie Darko, Brokeback Mountain, Source Code), Enid Graham’dan (Fortune’s Fool, King Lear, Margot at the Wedding) ve Brian F. O’Byrne ’den oluşuyordu. Başroller Funke ve Gyllenhaal’ındı. “If There Is” de, Anna (Funke) 15 yaşında, aşırı kilolu bir kızdır ve bu yüzden okul arkadaşları onunla devamlı dalga geçmektedir. Annesi Fiona (Graham), kızını ne kadar sevse de, ne ona nasıl yardım edeceğini bilmektedir, ne de onunla nasıl konuşacağını. Fiona, kızıyla doğru düzgün iletişim kuramadığı gibi, kocasıyla da ciddi bir kopukluk yaşamaktadır. Gerçi bu yalnızca onun suçu değildir. Çünkü George (O’Byrne), doğayı korumakla ilgili yazdığı kitapla kafayı o kadar bozmuştur ki başka bir şey konuşmayı bırakın, düşünememektedir bile. Kısacası, oyundaki tüm karakterler, derin bir yalnızlığın içine gömülmüşlerdir. Ta ki, Anna’nın amcası Terry (Gyllenhaal) onlarda kalmaya gelinceye kadar.
 

Sevdiği kadın tarafından terk edilen Terry, dünyadaki yerini hiç bulamamıştır. Mütemadiyen başıboş gezinir ve kimse tarafından sevilmediğine kanidir. Tıpkı Anna gibi. Belki de bu yüzden bu iki karakter alışılmadık, ancak güçlü bir dostluk kurabilmişlerdir. Ve bu dostluk ikisinin de ihtiyacı olan şeyi onlara sağlamaktadır: konuşacak, kendilerini dinleyecek ve anlayacak biri. Tabi bu Terry’nin, Anna’ya doğru yardımı ve tavsiyeleri sunduğu anlamına gelmez. Zira Terry, Anna’nın anne-babasından gizlice bir çocukla buluşmasına yardım edince evden kovulur. Tek güvenebildiği insanı kaybeden Anna, anne-babasının da boşanmaya karar vermesi üzerine olanları kaldıramaz ve intihar etmeye karar verir.


Bazı anlar vardır, asla aklınızdan çıkaramazsınız. Hayattan küçük kesitlerdir onlar, küçük resimlerdir. Ve öyle yalın, canlı ve insancadırlar ki gözlerinizi kapadığınızda tekrar canlanıverirler. İşte bu sahne de aynen böyle bir andı: Beynimin içine kazınan bir an. Yaşadığım süre boyunca Anna’nın, titreye titreye küvete ilerlemesini, suya girdiğinde jileti hafifçe kavramasını ve yavaşça bileğine doğru götürmesini unutmayacağım. Onun sessiz sızlamalarının gitgide nasıl arttığını, nasıl acı dolu, insanın yüreğini titreten ve orada yankılanan bir çığlığa ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya dönüştüğünü unutmayacağım. Asla unutamayacağım. Eğer bu sahne, oyunun ortasında değil de, sonunda olsaydı, herhalde bende uyandırdığı bu perili his kat be kat artardı.  durum böyle değildi.

            “If There Is...” ile ilgili dikkat çekici bir nokta da set tasarımıydı. Oyunun başında, tüm mobilyalar ve eşyalar üst üste yığılmış, adeta bir dağ oluşturmuştu. Her yeni sahneye geçildiğinde, gerekli dekor bu dağdan kurtarılıyordu. Artık ihtiyaç duyulmayan eşyalarsa sahnenin önündeki havuzun içine fırlatılıyordu, sanki “su alsın, götürsün dertlerimi” der gibi. Son sahneye gelindiğinde set, Anna ve Terry’nin üstünde durdukları platform dışında, tamamen boştu. Anna’nın, Terry’le son konuşmasını izlerken, bu boşluğun ikisi için de farklı şeyler anlamına gelebileceğini fark ettim. Anna için bu bilinmeyen olasılıklar, hayatın o boğucu karmaşasından kurtulmuş serin gölgeler olabilirdi. Terry’ye gelince... Onun havada sallanan, yersiz yönsüz hayatını düşününce, bunun, onun için büyük bir boşluk olabileceğini ve bu boşluğun ya çözümleneceği ya da, daha büyük bir ihtimalle, onu gömeceğine inanmak güç değildi.

           

Hiç yorum yok: