12 Ağustos 2013 Pazartesi

Kızıl Toprağın Sesi


Türkülerin tadı bir başka oluyor. Başka türlü bir şey tütüyor ezgilerinde, sözlerinde. Ekseri, bir özlem, tutku, aşk var tınılarında. Enstrümanların acı acı inleyişi, ayrılığın yanık sesi, uzaklardan yükselen. Bir şey düğümlenir boğazınızda güzel bir türküyü dinlerken. Çünkü bilirsiniz, dinlediğiniz o acının, yanıklığın yahut neşenin kaynağının her şeyden önce insan olduğunu. İnsan, her şeyiyle türkülerin içine işlemiş, dile getiremediklerini türkülerin içine akıtmış, yoğurmuştur. Bunun en dokunaklı örneklerinden biri de geçtiğimiz gün gündemimize düşen Vardar Ovası Türküsü ’dür.

                Vardar Ovası’nın kökeni aslında taa 1371’e, yani 1. Murat Dönemi'ne dayanır. 26 Eylül 1371’de, adını doğru telaffuz ettiğimi umduğum Sırp Kralı Joven Ugljesa’nın, Edirne üstünden Osmanlı'ya saldırmasıyla Çirmen Savaşı başlamıştır. Sultan Murat bu sırada Anadolu’da olduğundan Osmanlı Kuvvetleri, Sırp Ordusu’nun Çirmen mevkiine kadar ilerlemesine müsaade etmiştir. Zira, Sırp Kuvvetleri’ne nazaran daha az kişiden mürekkep Osmanlı Kuvvetleri, Çirmen’in onlara stratejik bir avantaj sağlayacağını düşünmüşlerdir. Bu taktik sebebiyle de Çirmen’in gerisine pek çok göç olmuştur.
 

Rivayete göre, göçmenlerin arasında çok güzel bir kız varmış. Göçmenler, Çirmen’in gerisine ulaştıklarında sonradan Sadrazam olacak olan Çandarlı Ali Paşa bu kıza vurulmuş ve, çaresiz, onu himayesine almıştır. Kızcağız da ne yapsın? Bir savaşın çıkmasıyla her şeyini; toprağını, evini, her gün geçtiği yolları, izlediği bulutları, ihtimal, tanıdığı simaları bile kaybetmiş, hiç bilmediği yerlere gelmiş. Ne bir tanıdığı kimsesi var, ne de başını sokacak bir evi! Ya anası, babası, dersiniz... Türküden bir annesi olduğunu çıkarmak mümkün. Ancak babasının olduğunu zannetmiyorum. Gerçi “Efendimin sağ gözüyüm,” sözlerine bakıldığında bunun aksi düşünülebilir. Lakin, ben bu “Efendi”yi Çandarlı Ali olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Çünkü bu hem Çandarlı’nın kızı sevdiğini ifade edebilir, hem de kızın, “Efendi”ye birtakım hisler beslediğini düşündürebilir. Tabi, bu yalnızca benim yorumum. Farklı şekilde düşünüyorsanız türküyü kendiniz dinlemekte ve bana “Sen de fazla romantiksin, a kızım,” diye takılmakta serbestsiniz!

                Çirmen Savaşı, tahmin edebileceğiniz gibi, Osmanlı’nın zaferiyle son buldu. Bu vesileyle Osmanlı Drama, Kavala ve Serez gibi Yunan mevkilerini ele geçirdi. Böylelikle Makedonya’ya da yol açıldı. Zaten Çirmen Savaşı’nın, Balkanlar’a çıkan kapıyı açtığının söylenmesi bundandır. Belki de Sultan Murat, Kral Ugljesa’ya teşekkür etmeliydi, topraklarını genişletme fırsatını ona bu kadar çabuk verdiği için. Tabi ruhlarla konuşamadığı sürece bunu yapması pek olanaksızdı. Çünkü kral ve kardeşleri 26 Eylül 1371’de, yani muharebenin ortasında, hayatlarını kaybetmişti. Ancak kardeşlerin öldükleri gün, onların aynı zamanda ölümsüzlüğe imza attığı gün oldu. Zira bu savaşla Sırp tarihine birer kahraman olarak geçtiler ve bugüne değin okunan pek çok destana konu oldular. Yenmek ya da yenilmek önemli değildi burada. Önemli olan savaşmak, o askerlerin arasında olmak ve onlarla birlikte kan akıtmaktı. Ve üç kardeş de bunu layığıyla yapmıştı.

                Osmanlı Güzelimiz’e gelince... Savaşın sonu her ne olursa olsun, onun için iş işten geçmişti. O geri dönemezdi. Varsa, ailesi gitmekte serbestti, büyük ihtimalle de gitmişti. Ama o... Bahçesinde açan çiçekleri, toprak yollarda koşturan komşu çocuklarını, hiç birini bir daha göremeyecekti. Yurduyla artık tek bir bağlantısı Mayadağ'ından kalkan kazlardı. Onlar, onun ulakları ve Vardar Ovası Türküsü ’nün başlangıcıydı. İşte, bu vatan özlemiydi Osmanlı Güzeli’ne türküsünü yaktıran, kaçamayacağı bir kadere bağlayan. Ömründe bu kaderi ve acıyı tatmış, paylaşmış pek çok kişi olmuştur. Daha pek çoğu da olacaktır. Bu yüzdendir ki Vardar Ovası 1371’den beri hayatta kalmıştır. Ezgisiyle, melodisiyle, gizli serzenişleriyle bu duyguları, kaçınılmazlığı ve insanları yakaladığı için. Her bir notası tüm bunların yoğunluğuyla titrediği ve titrettiği için.

                Gelgelelim, Vardar Ovası’nın bu kadar tuhaf bir şekilde gündemimize oturmasına. Türkü, malum, aşağı yukarı 642 yıllık. 1371’de yazı Osmanlı’da pek yaygın olmadığından biçare bir kızın dudaklarında dökülmüş ve uzunca bir zaman dilden dile dolaşmış, günümüze kadar gelmiş. Durum böyle olunca, kimi kelimelerin unutulması, yahut yanlış hatırlanması doğaldır. Bence tartışılan bu “Kazanamadım sıla parası,” sözlerinden doğan, problem demek istemiyorum çünkü buna problem denemez ama hadi şimdilik bu kelimeyi kullanalım, problem bundandır. Sıla kimi yerlerde Başlık parası, kimi yerlerdeyse Rakı olarak geçmektedir. Türkünün altında yatan hikayenin gerçek olduğunu farz edersek (çünkü bunu yüzde yüz teyit etmemizin bir yolu yok, tabi bir zaman makineniz varsa o ayrı hikaye) asıl kalıbın başlık parası olduğunu düşünmek zor. Elbette, sevdiğine, başlık parasını toplayamadığından kavuşamayan bir gencin türküyü duyup da kendi bedbahtlığına uyarlamış olması da mümkündür. Rakı tartışmasına gelince...

                O zamanlar rakı var mıydı, yok muydu, bilemiyorum. Ama oyumu “yoktu” yönünde kullanmayı tercih edeceğim. Ancak, olsaydı ve nakaratta geçen “Kazanamadım rakı parası,” olsaydı ne fark ederdi? Rakı sözünü duyduğumuzda sarhoş mu olacaktık? Ya da, gerçekten de, türkü söylendiği anda “Tamam, arkadaşlar rakı istiyor,” denilecek ve kadehler masamıza mı uçurulacaktı? E, iyi de ben bu yazıyı yazarken bu türküyü en az beş kere dinledim. Daha önce de dinlemişliğim var. Hani nerede benim rakım? Anlaşıldı. İş başa düştü gene. Hazır, meze soframızı kurmuşuz. Hepimiz nostalji yapmaya, eski anıları yad etmeye hazırız. Akıllı bir arkadaşımım dediği gibi tam bir “efkar sofrasına” doğru gidiyoruz. Birimiz garsona işaret etsin... Hah! Abicim, hepimize birer kadeh rakı lütfen. Bol buz da getir. Kavunu da unutma ha! Eee, arkadaşlar? Katılmaz mısınız soframıza?    
 

Hiç yorum yok: