5 Ağustos 2013 Pazartesi

Martıların Kanatları


İnsanlar, özgürlüğü, çoğunlukla gökyüzüyle özdeşleştirir. Bir kuş gibi, derler, mesela bir kaçış yolu aradıklarında. Oysa deniz de bir o kadar özgürlükle bağdaştırabildiğimiz, gizemli bir varlıktır. Gizemlidir, çünkü pek çok şey barındırır mavi karanlıklarında. İnsan gözünün değmediği güzellikler onun dalgalarının arasındadır. Ama her zaman kolay değildir onlara ulaşmak. Zira deniz, tatlı bir ezgiyle titreşirken, birden hırçınlaşan yardır. Derinliklerinde kimseye kadir olmayan sırlar, ufuklarında keşfedilmemiş diyarlar vardır. Belki de bu yüzden denize çekilir insanlar. Tüm bu esrarın onlara seslendiğini duydukları için. Lakin bu çağrıya herkes cevap veremez. Kimisi kara adamıdır, toprağını bırakamaz. Kimisiyse geri durur, yâra sadece gözleriyle kavuşmayı yeğler. Oysa kimileri vardır ki sanki denizle bir bütündürler. Korkusuzca, heyecanla, sevinçle açılırlar sonsuzluğuna. Denizlerin çocuklarıdır yelkenciler. Onlar için öyle bir tutkudur ki bu, yelkencilik artık onların yaşamlarının bir parçası, hatta yaşam tarzı haline gelmiştir. Bu olguyla daha önce Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde tanışmıştım. Gerçekliğine bizzat tanıklık etme fırsatını ise ancak bu yaz yakalayabildim. Nerede mi? Merhum Prof. Dr. Süleyman Dirvana anısına düzenlenen 1. Bozburun Yelken Festivali’nde.

                Peki, kimdi Süleyman Dirvana? Onuruna neden bir festival düzenleniyordu? İstanbul’un en önemli doktorlarından biriydi. Çapa Tıp Fakültesi’nden emekli olduktan sonra eşi Zeynep Hanım ve oğlu Edhem ile birlikte Bozburun’a yerleşmişti. “Mavi Yolculuk” fikrini ilk hayata geçiren Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’tan bile önce Türk koylarını keşfe çıkmış bir denizciydi. Yelken sporunun Türkiye’deki öncüsü, piriydi. 5 Haziran 2010’da hayata veda etmişti. Festivali, Süleyman Bey’in oğlu Edhem düzenliyordu. Onu, aslında, babasının ölüm yıldönümüne denk düşürmek istiyordu. Ancak tam da bu tarihlerde Gezi Parkı Olayları patlak verdiğinden, planlarını 27 – 28 Temmuz’a ertelemeyi uygun bulmuştu. Temmuz’un sonuna doğru tüm hazırlıklar yapılmıştı. Yarışlar Zeynep Hanım ve Edhem Bey’in işlettiği Bozburun Yat Kulübü’nde gerçekleşecekti.
 

 
            Festivalden bir önceki gün kulüp izleyicilerle ve yelkencilerle tıka basa dolmuştu. Sonunda büyük gün geldi çattı. Denizciler teknelerine atladı ve başlangıç noktasına doğru ilerlediler. Pozisyon almaları, doğal olarak, bir vakit sürdü. Çünkü, hem birbirlerine engel olmadan manevra yapmaları gerekiyordu, hem de deli gibi esen rüzgarla cebelleşmeleri. Gerçekten de, rüzgar o kadar şiddetliydi ki pek çok yelkenli koylarından ayrılamamış ve ilk yarışmaya katılamamıştı. Fakat o günkü altı teknelik yarışta hiç de öyle hafife alınacak yarışmacılar yoktu. Örneğin Türkiye’nin ilk kadın kaptanlarından Necla Öney, Denize II adlı teknesiyle pozisyonunu almıştı bile. Teknede de yalnız başına değildi. Zira bir tarafta kızı Banu Öney dümen tutarken, diğer tarafta torunu Deniz Güney teknenin balonuyla meşgul oluyordu.

                Yarışmaya katılan tanınmış isimlerden bir diğeri de “Ezel” ve “Karadayı” dizilerinden tanınan Kenan İmirzalıoğlu’ydu. İmirzalıoğlu elbette yılların yelkencisi değildi. Ancak festivalin hazırlanmasında Edhem’e yardımcı olan Harman Yachts’ın inşaa ettiği “Harman”ın tayfasından biriydi. Hatta yarışma sırasında teknede dümen bile tuttu. Eee, ne de olsa festival acemi-profesyonel herkese açıktı. İmirzalıoğlu’nun böyle bir fırsatı kaçırması bir hata olurdu. Valla, ben de aynı fırsatı yakalasaydım, herhalde kendimi güvertenin birine atardım. Gerçi tayfadan birine mani olmak düşüncesi beni bundan alıkoyabilirdi. Ama yine de...

                Elbette, Edhem’in , babasının adına düzenlediği yarışa dahil olmaması düşünülemezdi bile. Aslında o, festivale F-1 model bir yarış katamaranıyla katılacaktı. Ama aksiliğe bakın ki festivalden kısa bir süre ince katamaranın direği kırıldı. Edhem de çareyi yarışa babasının eski teknesi Seddülbahir ile katılmakta buldu. Seddülbahir tam üç yıldır deniz yüzü görmemişti. Daha ilk bakışta eski ama son derece dirayetli olduğu anlaşılıyordu. Yelkenleri henüz açılmamışken bu kadar romantik ve sakin görünen Seddülbahir’in yarışlar sırasında bu kadar savaşçı ve neşeli durması akıl alır şey değildi! Artık yelkenleri Süleyman Bey’in nefesiyle dolduğundan mıdır, yoksa Edhem’in coşkusunun rüzgara aksetmesinden midir, bilemeyeceğim. Belki de ikisi birdendir... Belki de bunlara, üç yıldır sessizliğe gömülmüş, yârından ayrı kalmış bir ruhun helecanı da eklenmiştir. Yelkenlinin de ruhu mu olurmuş, demeyin sakın! Olmasaydı denizciler neden teknelerine “kızımız” diye hitap etsin ki?

                İtiraf etmeliyim ki festivalde gördüğüm tüm tekneler arasında Seddülbahir en güzeliydi. İnsanı tam anlamıyla büyüleyen bir yanı vardı onun. Ne kadar güzel, büyük, ihtişamlı tekneler vardı orada! Ama hiç biri Seddülbahir kadar etkileyici değildi. Tabi, benim böyle düşünmemde Seddülbahir’in geçmişini bir parça biliyor olmamın etkisi olabilir. Birazını anlatıyayım da siz karar verin: Seddülbahir 1920’de, ülkemizin ilk gemi inşaat mühendislerinden Harun Ülma tarafından yapılmış. Süleyman Dirvana, onu 1950’de, karada çürümeye terk edilmiş bir vaziyette bulmuş. Süleyman Bey tekneyi onardıktan sonra hem onunla yarışlarda önemli dereceler kazanmış, hem de ailesiyle İstanbul’dan, Bozburun’a defalarca gidip gelmiştir.

Teknenin adının neden Seddülbahir  olduğuna gelince... Seddülbahir, Çanakkale Savaşı'nın en önemli cephelerinden biriydi. 25 Nisan 1915'te, İngiliz ve Fransız Kuvvetleri buraya beş farklı noktadan (Sığıririna Koyu, Ertuğrul Koyu, Teke Koyu, İkiz Koyu, Zığındere Koyu) çıkartma yapmıştı. İki tarafın da ağır kayıplar verdiği savaşın sonunda, yani Haziranın sonlarına doğru, düşmanın ilerlemesi durdurulmuş ve çıkarma başarısız kılınmıştı. Süleyman Dirvana da, askerliğini, tarihi açıdan bu kadar büyük ehemmiyeti olan Seddülbahir'de yapmıştı. Askerliğini tamamladığında, Seddülbahir'e öylesine gönül vermişti ki, teknesine onun adını vermekle kalmamış, öldüğünde buraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Süleyman Bey'in bu son isteği de yerine getirildi. Kendisi 8 Haziran 2010'da, Seddülbahir'de defnedildi. 

 

                Masmavi suların üzerinde altı yelkenli, bembeyaz kanatlarını açmışlar, ufuktan bize selam veriyorlardı! Görülmeye değer bir manzaraydı doğrusu. Kimi zaman rüzgarı toplamak için delice bir savaş veriyorlardı. Yelkenler, havayı birden dehşetli bir ihtirasla kamçılıyorlardı. Bağlı olmasalar değil birinin kafasını uçurmak, bulutları parçalayabilir, gün ışığını yarabilirlerdi. Ancak bu güç gösterisi pek uzun sürmüyordu. Denizciler derhal iplere sarılıyor ve yelkenlerin yönünü ayarlıyorlardı. Beyaz kanatlar böylece tekrar havayla doluyor, gururlu bir sessizliğe bürünüyordu ve tekneler şaha kalkıyordu.

                Yalnız, ne yalan söyleyeyim, festivalin ikinci günü, ilkinden daha heyecanlı ve büyüleyiciydi. Bunda hem bu sefer daha çok yelkenlinin katılması, hem de yelkenlilerin zaman zaman çok daha yakınımızdan geçmesinin etkisi büyüktü. Bir ara tekneler, limanda oturan bizlere o kadar yaklaştı ki istesek tepemizde açılan martı kanatlarına dokunabilirdik. Tekne üstüne tekne bizi böyle taçlandırıyor, güneşi, rüzgarla birlikte esir ediyor, sonra da süzülüp gidiyordu. Bu arada kaptanlar da bizlere selam vermeyi ihmal etmiyordu. Tabii, biz de alkış tutmayı! 

                Böyle anlar ne kadar mucizevi olursa olsun, bir tanesi son derece korkutucuydu. Güzergah gereği tekneler yine yakınımızdan geçecek ve az ileriden döneceklerdi. Dönüşler sırasında yelkenliler yan tarafa yatarlar. O kadar ki bu esnada denizcilerin nasıl olup da patır patır denize dökülmediklerine hayret etmekteyim. Yanımızdan peşi sıra geçen üç tekne de dönüş için bir hayli yan yatmışlardı. O kadar yakınızdalardı ki bir an sonra üzerimize devrilecekler ya da birbirlerine bindirecekler diye yüreğim ağzıma geldi! Neyse ki o keskin ve yatay dönüşler başarıyla tamamlandı ve ben boş yere heyecanlanmış olmanın rahatlığını yaşadım. Gerçi bundan sonra azıcık geri çekilmedim desem yalan olur. Ama o ayrı bir mesele.

                Ödül töreni 28 Temmuz’da, öğleden sonra gerçekleşti. Birincilik Harman’a giderken, ikincilik, yine Harman Yachts’ın yaptığı Tamerisk’indi. Üçüncülüğüyse Nikki adlı tekne kazandı. Bu Bozburun Yelken Festivali’nin ilk senesiydi. Ancak hiç de son senesi olacağa benzemiyor. Zira Edhem bunu geleneksel bir etkinliğe çevirmeyi planlıyor. Bu yüzden, gelecek yaz yolunuz Bozburun’a düşerse, Yelken Kulübü’ne bir uğramanızı şiddetle tavsiye ededrim. Hem bu vesileyle Zeynep Abla’nın birbirinden lezzetli yemeklerini bir tadar, onunla unutamayacağınız bir sohbet fırsatını yakalamış olursunuz. Bakarsınız bu sohbetinize ben de dahil olurum. Hem bu vesileyle de tanışmış oluruz.

Hiç yorum yok: