8 Eylül 2013 Pazar

Görünmez Adamın Eserleri

"Yazdığın şeyi yayımlamamakta gizli bir huzur vardır," demişti J. D. Salinger. Gelmiş geçmiş en önemli Amerikan yazarlardan biri olan Salinger'ın böyle bir cümle kurması, ilk bakışta biraz garip görünebilir. Ancak, hayatına şöyle bir göz atıp, kendini toplumdan ne kadar kopardığını ve yalnızlaştırdığını görünce, böyle bir adamın, neden böyle bir şey demiş olabileceğiniz bir parça olsun anlayabiliyorum. Ve bastırdığı eserler birer "modern klasik" sayılmaya başladıktan sonra, neden kalan eserlerini bastırmayı reddettiğini ve onların yalnızca "kendisine ait" olduğunu beyan ettiğini...Durum böyle olunca, Salinger'ın biyografik bir romanını yazan ve belgeselini yapan David Shields ve Shane Salerno'nun, bu özel eserleri bulup, bastırmaya karar vermesi ne kadar doğru, bilemiyorum. Bir taraftan yazarın düşüncesine ve kararına saygı duyulması gerektiğinin kanısındayım. Diğer taraftansa, hayranı olduğum bu yazarın karanlıkta eserlerini okumak için can atıyorum. O sayfaları çevirebilmenin heyecanıyla neredeyse ellerim titriyor. Anlayacağınız bu konu yüzünden tam bir ikilemdeyim. İsterseniz olaya birlikte bir bakalım ve ortak bir karara varmaya çalışalım.



Salinger 1 Ocak 1919'da, New York'ta doğdu. Babası bir haham, annesiyse Yahudi gibi gözükmek için adını Miriam'a çeviren genç bir kadındı. (Salinger, Yahudi Öğretileri 'ne göre büyütüldü. Ancak sonra Zen Budizm'ini benimsedi. Ama bu ayrı bir hikaye) Yazıya olan sevgisi okul çağında başlamıştı. Yatılı okulda, geceleri yorganın altında, bir elinde kalemi, diğer elinde feneri, hikaye üstüne hikaye yazardı. 1941'de, yani Columbia'da gece dersleri alır ve yazdıklarını çeşitli dergilere gönderirken, kanını donduran bir şey oldu: Askere alındığının haberi ona uçuruldu. Bildiğiniz gibi bundan iki yıl önce, yani 1939'da İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Lakin, Amerika savaşa katılmamıştı. Ta ki 1941'de, Japon Hava Kuvvetleri, Amerika'nın, Hawaii'deki Deniz Kuvvetleri Üssünü, yani Pearl Harbor'u, bombalayıp, savaşın dışında kalmalarını imkansızlaştırana kadar.



Salinger'ın bu tehlikeli yolculuğa mertçe mi yoksa korkakça mı çıktığını bilemiyorum. Ancak mert bir tavır takınmış olması gerektiğini düşünüyorum. Neden mi? E, öyle olmasaydı savaşta tanıştığı yazar Ernest Hemingway ile bu kadar iyi anlaşamazdı ki! Zira Hemingway korkak ruhlu insanlarla pek alakadar olacak biri değildi. Burada liseden mezun olur olmaz, Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü asker olarak yazılan, İspanya'nın İç Savaş yıllarında, orada gazetecilik yapan, üst üste iki uçak kazası atlatan ve sıklıkla Afrika'da aslan avına çıkan birinden bahsediyoruz ne de olsa! Böylesine adrenalin dolu bir adamın, korkudan altına yapan birine bebek bakıcılığı yaptığını düşünebiliyor musunuz? Ben bunu hayal bile edemiyorum.

 
Tabi, İkinci Dünya Savaşı'nın, Salinger' kattığı her deneyim, Hemingway ile kurduğu dostluk kadar olumlu değildi. Aksine, savaş sırasında gördükleri ve yaşadıkları o kadar sarsıcıydı ki Salinger, savaş sona erdikten sonra hastanede psikolojik tedavi görmek zorunda kaldı. Doğrusu, Fransızca ve Almancayı su gibi konuşabildiği için bir parçası olduğu sorgulamalarda ve bir toplama kampına, oraya esir ediliş insanları kurtarmak için girdiğinde yaptıkları ve gördükleri göz önünde bulundurulursa, bunda şaşılacak hiçbir şey görmüyorum. Zira bazı olaylar vardır ki onları ne yaşamadan hayal edebiliriz ne de yaşadıktan sonra aklımızdan silebiliriz. Salinger'ın, hayatının bu döneminde yaşadıkları da buna bir örnektir. Bunun en büyük kanıtı da "Dokuz Hikaye" adlı kitabındaki "Esme'ye" adlı öyküsünde geçen şu cümledir: "Ne kadar yaşarsan yaşa, yanmış derinin kokusunu burnundan tam anlamıyla sökemiyorsun."
 
Salinger'ın bir yazar olarak gerçek anlamda nam salması ancak 1940'larda, "Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün" adlı hikayesini "The New Yorker" dergisine göndermesiyle gerçekleşti. "Dokuz Hikaye"de de yer alan ve okurken benim neredeyse sarsıla sarsıla ağlamama yol açan bu öyküden, "The New Yorker"ın editörleri o kadar etkilendiler ki Salinger ile bundan böyle onlara gönderdiği her hikayeyi yayınlayacaklarına dair bir antlaşma imzaladılar! Hikaye çok kısa ve beklenmedik olduğu için, burada normalde yapmayacağım bir şey yapacağım: Size hikayenin ne ile ilgili olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü eğer bunu yapmaya kalkışırsam, öykünün en can alıcı noktalarını açıklamak zorunda kalırım. Eğer içinizdeki merakı bir gıdım olsun harekete geçirebildiysem, o zaman lütfen bana güvenin. Bir şekilde bu öyküyü bulun ve sayfaları çevirin.
 
1950'lere gelindiğinde Salinger herkes tarafından bilinen bir yazar olmuştu. Ancak bugün şaheseri sayılan kitabını, yani "Çavdar Tarlasında Çocuklar"ı henüz yazmamıştı. Bu kitabın basımı 16 Haziran 1951'de gerçekleşti. Kitap okuldan kovulan Holden Caulfield'ın New York'taki deneyimlerini anlatıyordu. Kulağa biraz sıkıcı geliyor, öyle değil mi? O zaman size bir-iki ilginç bilgi kırıntısı vereyeyim. Bir; Holden yalnızca 16 yaşında bir gençti. Ve New York'a ailesinden habersiz gidiyordu. Orada tanıdığı hiç kimse yoktu. İki, Salinger'ın sonradan itiraf ettiğine göre kitap yarı-biyografikti. Yani içinde kendi çocukluğuna dair pek çok unsur vardı. Üç; Holden tam anlamıyla güvenilmez bir anlatıcıydı. Bu, devamlı yalan söylüyor demek değildi tabi. Ama takındığı üslup, ve olay örgüsü boyunca içinde olduğu depresif ruh hali, yalnızlık ve yanlı bakış acısı sebebiyle yalan söyleyip söyleyemediğini çoğu zaman kestiremiyordunuz. Evet, bu biraz kafa karıştırıcı olabilir. Ve aranızdan bazıları "Çakmışım kitabına," deyip, onu rafa kaldırabilir. Ancak bence bu romana ilginç bir bakış açısı katan bir unsur. Dört; Kitap ilk basıldığında inanılmaz bir başarı elde etmişti. Buna karşın kısa sürede Amerika'nın en çok sansürlenen kitabı haline geldi Öyle ki, 70'li yıllarda, kitabı liselerde okutmaya çalışan öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu okullardan kovuldu! Ne kadar de tuhaf, öyle değil mi? Yaklaşık kırk yıl önce bu kitap okullarda yasaktı. Şimdiyse hem Amerika'da, hem Türkiye'de liselerin %90'ında, İngilizce derslerinde okutulan bir kitap. Bu durumda ağlayayım mı, güleyim mi, bilmiyorum. Hadi iş bölümü yapalım o zaman. Ben geçmiş için biraz ağlayayım, siz gelecek için bol bol gülün. Sonra aranıza katılırım.
 
 
Salinger kitap ve hikaye yazmaya devam ettiyse de,  80'li yıllara gelindiğinde eserlerini bastırmaya son verdi. Bundan böyle yalnızca ve yalnızca kendisi için yazacaktı. 1980'in haziranında, yaptığı ve yapacağı son söyleşisini Amerika'nın, Louisiana Eyaleti'nin resmi gazetesi olan "The Advocate"e verdi. Ve bundan sonra ortalıktan tamamıyla kayboldu! Elbette New Hampshire'da yaşadığı herkesçe biliniyordu. Ama onu görmek imkansızdı! Evinin yakınlarında olan Dartmouth Üniversitesi'nden öğrenciler yalnızca onun siluetini görebilmek için evinin önüne doluşurlardı. Ancak her biri elleri boş dönerdi kampüslerine. Salinger'ın yalnızlık ve mahremiyet isteği o kadar büyüktü ki Ian Hamilton adında İngiliz bir yazar onun biyografik bir romanını yazmaya kalkıştığında, Salinger onu dava etti. Hem de arkadaşı olmasına rağmen! 27 Ocak 2010'da hayatını kaybeden Salinger yaşasaydı, Salerno ve Shields'ın belgeselden ve bastıracakları kitaplarından haberdar olsaydı herhalde bu ikiliyi dava etmesi kaçınılmaz olurdu. Kim bilir, belki o zaman ne bu belgesel girerdi hayatımıza, ne bu devasa kitap ne de Salinger'ın basılmamış eserleri!
 
 
Benim bu noktada merak ettiğim iki şey var. İlki; bir kişinin insanlardan bu kadar kaçar hale gelmesi nasıl mümkün olabilir? Buna ne yol açabilir? Savaş zamanlarından kalan ve yıllar geçtikçe depreşen yaralar mı? Şaheserinin uğradığı sansür mü? Karısının önce intihar etmeyi tasarlayıp, sonra çocuğuyla birlikte kayıplara karışması mı? Salinger'ın on sekiz yaşında bir genç kızla yaşadığı dokuz aylık ilişkinin aniden sona ermesi mi? Bizim bilmediğimiz başka bir olay mı? Hepsi mi? Yoksa hiç biri mi?
 
Ve asıl önemli soru; bunun cevabı bu yayınlanmamış eserlerde mi? Bu son derece mümkün. Ne de olsa "Çavdar Tarlasında Çocuklar" yarı biyografikti. Bu noktada merak ettiğim ve daha önceden değindiğim ikinci şey devreye giriyor işte: Bir yazarın, hele Salinger gibi kendi köşesine çekilmiş bir yazarın, isteklerine karşı gelip, özel eserlerini bastırmak ne kadar doğru? Yapılmalı mı? Geçenlerde "Sabit Fikir Dergisi"nde bir yazı okumuştum. (Bu dergiyi bilmiyorsanız bir göz atmanızı tavsiye ederim. Hem çok bilgilendirici, hem de pek keyifli. Beni bu dergiyle kısa süre önce tanıştıran arkadaşım Göksu'ya buradan tekrar çok teşekkür ederim!) Bu yazı, yazarın fikirlerine ve kararlarına muhakkak saygı duyulması gerektiği sonucuna varmıştı. Bu fikre katılmayı istiyorum. Gerçekten istiyorum. Ancak konu yazı ve edebiyat olduğunda bende hiç beklenmeyen bir bencillik hasıl olur. Bu sebeple de şunu sormak zorunda hissediyorum: Ya okuyucuların hakları? Ya eserlerin? Bir eserin yazılmasının en önemli amaçlarından biri (tek amacı elbette bu değildir ama bu bir amaçtır) okunmasıdır. Ama bir kişi tarafından, ama bin kişi... Orası mühim değil. Eh, eserlerin yazarı ve yegane okuyucusu öldüğüne göre, o zaman onları başka okuyucularla tanıştırmak daha doğru olmaz mı? Yoksa o sayfaları yakmalı mıyız? Aman! Bunun düşüncesi dahi tüylerimi ürpertiyor. Bunu söylemediğimi farz edelim. 
 
Ayrıca, bu güne kadar pek çok edebiyatçının eserleri, isteklerinin aksine basıldı. Salinger neden daha farklı bir muameleye maruz kalsın? Örneğin, edebiyatın üç büyüklerinden sayılan Kafka, ölümünden sonra bütün eserlerinin yakılmasını istemişti! Eğer vasiyetnamesini bulan arkadaş bunu yapmayı reddetmemiş olsaydı, o zaman biz, büyük ihtimalle, Kafka'nın K'sini bile bilmeyecektik! Bir yazarın istekleri, sizce yaratısının heba olması için yeterli sebep midir? Belki de hayır! Hayır, hayır ve hayır!
 
Ancak bence siz bana bakmayın. Bu konuda kendi fikrinizi kurmaya bakın. Zira, dediğim gibi ben bir "edebiyat-benciliyim". Okumak istediğim kitapların haddi hesabı yok! Shields ve Shane'in yazdığı Salinger biyografisi okuma listemde mesela. Belgeselleri de film listemde. Tüm bunları ne zaman okuyup, izleyeceğimi soracak olursanız... Valla orasını ben de pek bilemiyorum. Ama tabi önce kitabın basılması, filmin gösterime girmesi gerek. Gerçi ben bunları bekleyemeyebilirim. Evet, evet... Ben bekleyemeyeceğim. Hazır New York'tayım, Shields'ın ya da Shane'in adreslerini bulayım da kitabın bir ön kopyası için başlarının etlerini yiyeyim! Sizin içinde bira kopya almamı ister misiniz?    


Hiç yorum yok: