15 Eylül 2013 Pazar

Işık ve Renkle Yakalamaca



“Benim sanatım boşluk ve bu boşluğun içinde yaşayan sanatla ilgili. O boşlukla nasıl yüzleştiğiniz ve derinliğini nasıl ölçtüğünüzle ilgili. Görmekle ilgili.” James Turrell

Sanatın ne olduğu uzun zamandır kafamı kurcalayan bir problem. Sanatı nasıl tanımlayabiliriz? Günümüzde ne “sanat” olarak kabullenilebilir? Gördüklerimizden hangisi boşluk doldurmadır, hangisi gerçek sanattır? Bu soruları cevaplandırmanın zorluğunu, hatta imkansızlığını düşündükçe omuzlarıma abanan bir ağırlık hissederim. Çünkü basmakalıp tanımlamalar artık kesmiyor beni. “Sanat güzellikle ölçülür” ya da “Sanat düşündürendir” gibi. Artık “güzel”in tanımını kaybetmişiz gibi hissediyorum. Ve merak ediyorum; herkesin farklı algıları ve, dolayısıyla, farklı güzellik anlayışları olan bir toplumda “güzel”i hiç gerçek anlamda tanımlayabildik mi, diye. Bizi düşündüren sanata gelince... Her sanat eserinin bizi düşündürmesi mi gerekir? Bir eser bizde yoğun duygular uyandırıyor ama derin bir düşünceyi kıvılcımlandıramıyorsa “sanat” değil midir? Neticede demek istediğim şu; Bence biz, sanatın ne olduğunu bir toplum olarak tam anlamıyla bilmiyoruz. Sorulardan oluşan bir duvar var önümüzde ve onu aşmaya çalışıyoruz. Ve her deneyişimizde duvar uzuyor ve dikleşiyor. Tutunmak zorlaşıyor. Sizi bilmem ama ben kolay kolay pes edecek tiplerden değilim. Nasılsa bir kere tırmanmaya karar vermişim... Zaten bu kararım sebebiyle bu hafta sonu, normalde gitmeyeceğim bir sergiye gittim. Yani New York’un Guggenheim Müzesi’ndeki James Turrell Sergisi’ne.




Normalde ışık sergileri hiç ilgimi çekmez. İstemsiz yüzümü ekşitirim böyle bir fikre. Belki benim ki biraz dar görüşlülük. “Denemeden bilemezsin,” boşuna söylenmiş bir atasözü değil ne de olsa. İşte bunu tekrar edip duruyordum Guggenheım’a doğru yola çıktığımda. Müzeye vardığımda bir an öylece kalakaldım. Önümde, müzenin dışına kadar taşan bir sıra vardı. Ve sıradaki herkes James Turrel Sergisi için buradaydı. Eee, ne de olsa sergi 25 Eylül’de son bulacaktı. Geçirdiğim bu minik şoktan sonra ben de bu uzun kuyruğa katıldım ve gözlerimi bu garip binaya diktim. Neden garip, diye soracak olursanız, Guggenheim bildiğimiz kutu-binalardan değil. Ona silindir-bina demek daha doğru olur. Ya da basık silindir-bina. Eskiden bir otomobil sergi salonu olan ve 1937’de açılan Guggenheim Müzesi aslında McDonalds’dan alınan o spiral dondurmalara benziyor. Aynı şekil, aynı beyazlık, yalnızca daha pürüzsüz... İçeride ise üst katlara ulaşmak için spiral bir yokuşu tırmanmak gerekiyor. Fakat, işe bakın ki benim o yokuşu görmeme daha çok vardı. Zira sıra ilerlemek bilmiyordu. Şimdi yapabileceğim tek bir şey vardı (vazgeçip, geri dönmek dışında yani): Beklerken, önceden Turrell ile ilgili yaptığım araştırmaya bir göz atmak.



James Turrell 9 Mayıs 1943’te, Kaliforniya’da doğdu. Nispeten varlıklı olan anne babası “Quakers” adlı bir Hristiyan mezhebine mensuptu. Bu mezhep 17. Yüzyılda, İngiltere’de ortaya çıkmıştı. Mezhep üyeleri, inançları gereği, birbirlerine, herhalde en doğru  tercümesi “zat-ı aliniz” olan “thou” ile hitap ederlerdi. Düşünüyorum da bir İstanbullu olarak böyle bir mezhep üyesi olsaydım ne olurdu? Herhalde bir arkadaşımla yahut bir yabancıyla konuşurken, ona yanlışlıkla “zat-aliniz” diye hitap etseydim “Çattık delinin tekine,” diye bana bakar, sonra da yanımdan sıvışırlardı! Mezhep üyeleri aynı zamanda hiçbir savaşa katılamaz, küfür edemez ve içki içemezlerdi. Mezheplerine, kendi aralarında “Dini Arkadaşlıklar Topluluğu” derlerdi. İşte bu ilginç mezhebin bir parçası olan Turrell ailesi, oğullarını da bu inanışa göre yetiştirmişlerdi. 

Turell 16 yaşındayken pilotluk lisansını aldı. Bundan sonra sık sık madencilik bölgelerine yük taşıdı. 1965’te, Kaliforniya’nın Pomona Üniversitesi’nde psikoloji, perspektif, matematik, jeoloji (yerkürenin yüzey yapısını ve geçirdiği değişimleri inceleyen bilim dalı) ve astronomi dersleri aldı. 1966’da gençleri Vietnam Savaşı’na katılmaktan nasıl yırtacaklarına dair eğitirken yakalandı. Bu sebeple bir yıl hapiste yattı.

Ben bu bilgilerin üzerinden geçerken biri omzuma dokundu. Başımı kaldırdım. Sıra bana gelmişti. Hemen biletimi aldım ve içeri daldım. Sergi yalnızca üç “gösteri”den oluşuyordu. İlki Guggenheim için özel olarak tasarlanmıştı. Çünkü bu gösteri müzenin spiral yokuşunu bir odak noktası haline getirmişti. Nasıl mı? Müzenin tam ortasına birtakım minderler konmuştu. Normalde, minderlerin olduğu yer boştur ve orada durup, yukarı baktığınızda yokuşun, bir sarmaşık gibi nasıl döne döne yukarı tırmandığını görebilirdiniz. James Turrell bunu bildiği için sarmaşığın stratejik noktalarını ışıklandırmıştı. Bu şekilde, minderlerin üzerine uzanıp, yukarı baktığınızda sarmaşığı bambaşka bir şekilde görmenizi sağlamıştı. Yükselen her kat daha koyu tonlara ve gölgelere bürünmüştü. Değişen renklere göre kâh Cennet kadar uzakta, kâh dokunabileceğiniz kadar yakında duruyorlardı. Renkler o kadar yavaş değişiyor ve birbirlerinin içine akıyordu ki evrim tamamlanana kadar onun farkına bile varmıyordunuz. Bir de bakıyordunuz ki deminki ebedi beyazlık tüm salonu kaplayan bir maviliğe dönüşmüş. Ve o mavilik gittikçe koyulaşıyor; gökyüzünden, okyanusa dönüyor. Tepenizdeki hareler artık ufuk noktasını hatırlatmıyor size. Hayır, onlar artık okyanusta dairesel şekilde yayılan dalgaları andırıyor. Aynı su gibi titreşiyorlar. Sanki ışığın yapısını değiştiriyorlar.



Doğrusunu söylemek gerekirse, Turrel’in diğer iki gösterisini ilki kadar etkileyici bulmadım. Elbette ilginç yanları vardı ama bende o ilk gösterinin yarattığı nefes kesici etkiyi yaratmadılar. Belki de o ilk eseri en son görmüş olsaydım bu hayal kırıklığını tatmazdım. Belki de bu yüzden, neyi, ne zaman, nasıl gördüğünüz, ne gördüğünüz kadar önem taşıyabilir.


Bu iki eser aslında birbirlerine çok benziyordu. Mantıkları aynıydı, yalnızca şekilleri biraz farklıydı. Bir üst katta iki oda vardı. Odalardan birinde, iki duvarın kesiştiği nokta dikdörtgen bir ışıkla aydınlatılmıştı. Bir diğer odadaysa başka bir duvarının, başka bir kesimi kare bir ışıkla aydınlatılmıştı. Pek basit, öyle değil mi? Az ilerde bu iki ışıklandırmanın siyah-beyaz fotoğrafları asılıydı. Ancak fotoğrafların her birinin aynı şeyi çekmiş olmasına rağmen ortaya çıkardıkları manzaralar çok değişikti. Zira fotoğraflar o kadar farklı açılardan çekilmişti ki ışıklandırmaları resmen kendilerine oyuncak yapmışlar, şekillerini ve kapsadıkları alanları devamlı değiştirmişlerdi. Dikdörtgen ışıklandırma kimi zaman tepesi kesilmiş bir dik üçgene benziyor, kimi zaman genişliyor, kimi zamansa iki duvara birden yayılıyordu. Kare ışıklandırmaysa iki de bir de yer değiştiriyor; bir tavana değiyor, bir yere düşüyordu. Bir fotoğrafta, kare, bir küpe dönüşmüştü. Diğerinde açık bırakılmış bir deftere benziyordu.


Evet, bu ışıklandırma ve fotoğraf sergisi, renk oyunları kadar göz alıcı değildi. Ancak kendince enteresan bir yanı yok değildi. Ortaya koyduğu farklı manzaralar insanı biraz allak bullak ediyor ve yepyeni sorular doğuruyordu. Ve duvarımız daha da uzuyordu. Algılarımıza ne kadar güvenebileceğimizi sorgulamamıza yol açıyordu, mesela. Ya da bir mesafeyi tartarken onu ne kadar doğru algıladığımızı. Işığı ve boşluğu bambaşka şekillerde değerlendirebileceğimizi fark ettim bu sergiyle birlikte. Hatta gerçekliği. Zira gerçekliği algılarken duyularımıza, bilhassa görme yetimize güveniyoruz. Bu yetimiz için en mühim öğelerin ışık, boşluk ve renk olduğunu inkar edemeyiz. Bu durumda, bakış açılarımız değiştikçe bu öğeleri farklı  algılayabiliyorsak, etrafımızda gördüğümüz gerçekliği farklı şekillerde algılayamaz mıyız? O zaman, gözlerimizin bize sunduklarının “gerçek” olduğunu nereden bilebiliriz?


Söylediklerimin biraz kafa karıştırıcı olabileceğini farkındayım. Eh, sizin değilse bile kendi kafamı biraz karıştırmayı başardım. Gerçi benim kafam karıştırmaya ve kurcalamaya pek müsaittir, ama olsun. Bu yüzden bu konudan kopacağım ve günün sorusunu patlatacağım (tekrar patlatacağım demek daha doğru olur sanırım): James Turrell’in ortaya koyduğu bu Yakalamaca Gösterisi ve benzeri gösteriler sanat sayılabilir mi? Bu tip sergiler günümüzün sanat anlayışı içinde yer sahibi midir? Gördüklerimi göz önünde bulundurunca bu soruya “evet” cevabını vermek istiyorum. Ancak bu eveti derken sesim biraz titriyor. O yüzden seçimi size bırakıyorum. Ödev veren bir öğretmen gibi algılanma riskini göze alarak şunu da eklemek isterim; Dilerseniz fikrinizi bana yorum olarak gönderebilirsiniz. Hep siz benim konuşmamı dinliyorsunuz. Sesim yoruldu. Biraz da ben sizin konuşmanızı dinleyeyim.

Hiç yorum yok: