4 Ağustos 2014 Pazartesi

Yeniden Tanışmak





İçinde yaşadığımız şehri ne kadar tanıyoruz? Ben neredeyse hiç tanımadığımı düşünüyorum, mesela. İş, arkadaşlarımla sağda solda buluşmaya gelince oraya buraya koşturmasını biliyorum ama gittiğim yerlerin ne tarihçesini adam gibi biliyorum, ne de oralarda ne gibi cevherlerin barındığını... Mesela Bebek... Neden Bebek’e, Bebek denmiş? Nereden çıkmış bu? İstanbul’un en “havalı” semtlerinden biri haline gelmeden önce nasıl bir yermiş burası? Sizi bilmem ama benim bu gibi sorulara dair en ufak bir fikrim yok. Lakin ben bu durumu değiştirmeye karar verdim. Dolayısıyla bu yazımda, İstanbul’umuzun semtlerinden birini, Bebek’i biraz inceleyerek, onunla yeniden tanışacağım. Hatta bunu sırf Bebek için değil, semt semt, İstanbul’un geneli için yapacağım. Gerçi bunu Türkiye’nin geneli için de yapmak gerekir ama her şeyin bir sırası var. Eh, o zaman lafı pek uzatmayayım ve kolları sıvayıp, işe koyulayım. 
 
Bildiğiniz üzere, İstanbul 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet (1432 – 1481) tarafından fethedilmişti. Zaten, Sultan Mehmet’in, “Fatih” diye anılmasının sebebi budur. Bu fetihten, önce Konstantinapol diye anılan İstanbul, Bizans İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bizans İmparatorluğu ise 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun, Doğu ve Batı Roma olarak ayrılması üzerine kurulmuştu. İki tarafın, Hristiyanlığın farklı mezheplerini benimsemeleri üzerine doğan bu ayrılığın neticesinde Doğu Roma İmparatorluğu “Bizans” adını benimsemişti. İşte bu imparatorluk da 1453 yılında, 53 günlük bir kuşatmanın sonunda, yani Konstantinapol’ün, Osmanlı’nıneline geçmesi ve bu kuşatma sırasında, Bizans’ın son imparatoru Konstantin Palaigolos’un şehit düşmesi üzerine, son buldu. 

Bundan sonra olanlarsa malumdu. Öncelikle, İstanbul, Osmanlı’nın başkenti oldu. Daha sonraysa Konstantinapol’ün adı İstanbul olarak değiştirildi. Gerçi, itiraf etmeliyim ki bu ad değişimini pek anlamış değilim. Zira İstanbul Türkçe yahut Osmanlıca bir ad değildi. Bildiğim kadarıyla (ki eğer yanlış biliyorsam lütfen beni düzeltin) İstanbul Yunanca “Şehre Doğru” demektir. Ama neyse...
Tabi, koskoca bir şehrin isimlerinin değiştirilip de semtlerinin isimlerinin değiştirilmemesi düşünülebilecek bir şey değildir. Dolayısıyla, tarihinin Hristiyanlık öncesi döneme kadar dayandığı düşünülen Bebek’in de vakt-i zamanında farklı bir isme sahip olmuş olması bizleri şaşırtmamalı. İlginçtir ki Bebek’in eski adı farklı kaynaklarda, farklı şekillerde geçer. Kimi kaynağa göre Bebek’e “Challae” denirdi, kimine göre “Chillai”, kimine göreyse “Khile”... Benim gözlemlediğim en yaygın hitap şekliyse, belki de tüm bu adların bir kırması olan ve “iskeleler” anlamına gelen “Hallai” idi. Peki, Bebek, “İskeleler” diye anılırken, ki o zamanlar buranın bir balıkçılar kasabası olduğunu göz önünde bulundurursak bu son derece mantıklıdır, nasıl “Bebek” diye anılmaya başladı? Bu semtin bu kadar tuhaf ve beklenmedik bir ad değişikliği geçirmesinin sebebi nedir?

Bu cevabı almak için yine 1453’yılına dönmemiz gerekir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u ele geçirdikten sonra semt semt, şehrin güvenliğini temin etmek zorundaydı. Bunun için de farklı bölgelere kıdemli adamlarını tayin etmeliydi. Bbebek’e de, bebek suratlı olduğu için “Bebek” Çelebi diye anılan bir adamını bölükbaşı tayin etti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp, görev yapan Çelebi, burada bir köşk ve bahçe kurdu ve burası, ölümünden sonra bile “Bebek” olarak anıldı. Bebek’in, bir balıkçı kasabasından, son derece rağbet gören bir semte dönüşmesiyse yaklaşık 250 yıl, yani Sultan Üçüncü Ahmet tahta çıkıp, sadrazamı olarak Damat İsmail Paşa adında bir zâtı görevlendirinceye dek sürdü. Damat İbrahim Paşa, görev başına geldiğinde, Bebek’i kalkındırmak namına burada Hümayunabad Kasrı’nı inşa ettirdi, ayrıca yanına Bebek Camii’yi yaptırıp, bölgeye pek çok çeşme, hamam, değirmen ve dükkan kurdurdu. Bu gelişmelerin üzerine de insanlar, semte akın etti ve semti konaklar ve yalılarla bezedi. 

Sadrazam İbrahim, Bebek Camii’ni, 3. Ahmet adına yaptırmıştı. Camii, hem yurt dışında (Berlin, Almanya), hem de yurt içinde (İstanbul) eğitim görmüş olan Mimar Kemalleddin Bey tarafından yapılmıştı. Günümüzün mimari tabirlerince, Bebek Camii “Birinci Ulusal Mimarlık Akımına” yani “Neoklasik Türk Üslubuna” uygun yapılmıştır. Sen nece konuştun şimdi, diyecek olursanız, ki bu bilgi kırıntısını ilk okuduğumda ben de aynı tepkiyi vermiştim, hemen açıklayayım. Birinci Ulusal Mimari Akımı, 1908 ve 1930 yılları arasına topraklarımızda yaygın olan, yani etkinliğini hem Osmanlı Devri’nde, hem de Cumhuriyet zamanında gösteren mimari bir akımdı. Akımın öncüleri Mimar Kemalleddin ve 1873 – 1942 yılları arasında yaşayan Mimar Mehmet Vedat Tek’ti. Vedat Tek, Türkiye’nin resmi eğitim görmüş ilk mimarı olarak kabul edilmektedir. Peki, bu Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın özellikleri neydi? Bu akım, bir yandan milliyetçiliği öne çıkarmayı hedeflerken, bir yandan da, bilhassa Osmanlı mimarisinde dikkat çeken “süsleme” özelliğini kaybetmemeye özen göstermiştir. Yani, akım hem sadeliğe önem vermiştir, hem de Osmanlı’nın klasik süsleme tarzına tutunmuştur ve bu çelişki sayesinde de yeni bir tarz yaratmak amacını gütmüştür. Akımın etkileriyse yalnızca kamu binalarıyla sınırlı kalmıştır.      


Bebek’te dikkat çeken tek bina, denizin hemen önüne kurulmuş olan Bebek Camii değildir. Fikrimce bu semtte asıl göz alan yapı Mısır Konsolosluğu binasıdır. Bir arkadaşımla, artık gelenek haline gelmiş bir şakamız vardır. Ne zaman konsolosluğun önünden geçsek iç çekeriz ve “Şu konsolosun yakışıklı bir oğlu olsa da evlensek, şu binaya rahatça girip çıkabilsek” diye muhabbete başlarız. (Tabi o hayali oğlan yakışıklı olması, olmazsa olmazımız.) Boğaz’ın hemen dibindeki konsolosluk, denize o kadar yakınki, etrafındaki demir parmaklıklar olmasa, ayaklarınızı suya sokabilirsiniz. Bebek’te, bembeyaz bir inci gibi parıldar bu bina. Bir yapını aynı zamanda o kadar ferah ve romantik, o kadar gösterişli ve sade olması mümkün müdür? Bırakın konsolosluğu, yapı, antik çağlardan kalma bir saraya benzer ve sizde adeta bir prenses (ya da prens) olma arzusunu harekete geçirir. Tabi, konsolosluk binasının 1902’de, Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın, annesi için inşa ettirdiği bir yalı olduğunu göz önünde bulundurursak (ne kadar da vefalı bir oğulmuş bu Hilmi Paşa), bu arzumuzu hoş görmemiz gerekir. 

“Hidiv”, Osmanlı’nın, zamanında Mısır elçilerine verdiği bir ünvandır. Vaktiyle Mısır elçiliğini üstleniş olan Hilmi Bey’in, annesi için, Mimar Raimonda D’Aroco’ya yaptırdığı ev, ancak kendisinin ve annesinin vefatından sonra bir konsolosluğa çevrilmiştir. Raimonda Tommasso D’arronco’ya gelince.... Kendisi 1893’te doğan İtalyan bir mimardır. Türkiye’ye imzasını, ülkeye çağrılıp, Osmanlı’nın düzenlediği ilk sergilerden birinde, önceki yazılarımdan birine konu olan Osman Hamdi Bey ile birlikte çalıştığında atmıştır. Bundan sonra pek çok defa İstanbuş’a gidip gelmiş ve eserlerine burada can vermiştir. 

Bebek’te son olarak değineceği yer meşhur Bebek Parkı’dır. 1908’de açılan Bebek Parkı, yıllar sonra Sabancı Vakfı tarafından renove edilmiştir. Hatta bu renovasyon sonucunda parkın adı “Türkan Sabancı Bebek Parkı” olarak değiştirilmiştir. Bu renovasyon çalışmasını en iyi yanı parkta yıllardır ayakta duran ağaçların korunmaya alınmış olmasıdır. Ancak itiraf etmeliyim ki, pek çoğumuz gibi, ben bu parkı, tarihi öneminden ziyade, orada yatan çocukluk anılarımdan dolayı severim. Bir nevi kişisel tarihimden dolayı yani... Çünkü bir milletin tarihinin parçası olan bu park, benim de çocukluğum şahidi olmuştur. Sırf benim için değil, pek çok insan için burası, toplumsal ve bireysel tarihlerin toplanıp, birleştiği; kuş yemlerinin satın alındığı, güvercinlerin beslendiği yahut kovalandığı, banklarda Boğaz’ın seyredildiği, falcılara fal baktırıldığı özel bir bir mekan haline gelmiştir. Ve bu birleşme, bu evrim tarihin belki de en özel örneklerinden biridir. Çünkü böyle bir oluşumun bir eşine daha rastlamak neredeyse imkansızdır.

15 Temmuz 2014 Salı

Kelebekleri Yorumlamak



Bir tiyatro oyununu izlemek ve okumak aslında çok farklı iki deneyimdir. İkisinin de kendince bir tadı vardır. Şaşılacak şeydir, bu tatların birbirlerinden ne kadar farklı olabileceği. Bu sözlerimi belki de garipseyeceksiniz. Kağıt üstündeki bir oyun, sahnelenen bir oyundan ne kadar farklı olabilir ki, diyecek belki bazılarınız. Bazılarınızsa bu iki eserin birbirinden farklı oldukları hususunda bana katılacak, üstüne de yazılı eserin insana, oynanan eser kadar zevk veremeyeceğini iddia edeceksiniz. Eğer ilk iddiada bulunan kişilerdenseniz, daha önce okuduğunuz bir oyunun sergilendiğini görmediğinizi farz edeceğim. Durum böyleyse, derhal elinize bir tiyatro oyunu almanızı, sonra da o oyunun bir sahnede hayata geçirilişine tanıklık etmenizi tavsiye ederim. Eğer ikinci iddiada bulunan kişilerdenseniz, o zaman hem edebiyatın, hem de tiyatro dünyasının pirlerinden biri olan William Shakespeare’in eserlerini okumanız ve izlemeniz konusunda ısrar etmek zorundayım. Günümüzde Shakespeare’i bilmeyen biri olduğunu zannetmiyorum. Kimimiz için Shakespeare, eserlerini anlamak yahut onların yalnızca tadını çıkarmak için kelimelerinin arasında kendimizi kaybettiğimiz bir zattır, kimimiz için akla hayale gelmeyecek oyunlar ortaya koymuş bir dahidir, kimimiz içinse lisede bir-iki eseri bize zorla okutulmuş, anlaması imkansız ve gereksiz bir sıkıntıdır. Bakış açımız her ne olursa olsun, 1564 yılında doğan İngiliz bir şairin eserleri hâlâ hem okunuyor, hem oynanıyorsa, o zaman bu eserlerin her iki temsilinde de görülmeye değer, insanlara haz veren birtakım unsurlar olmalı, öyle değil mi?

Lakin bu unsurlar yalnızca Shakespeare’in oyunlarında mı görülür? Elbette hayır. Bu unsurlar asında daha pek çok yazarın eserlerinde de yer alır. Bu yazarların en bilinenlerinden biri de Federico Garcia Lorca’dır. Lorca, 5 Haziran 1898’de doğan İspanyol bir şair, oyun yazarı, ressam, piyanist ve bestecidir. Gelmiş geçmiş en büyük İspanyol şairlerden biri sayılan Lorca, 1928’de yazdığı Çingene Baladı (Romancero Gitano) ile ün kazanmıştır. Lorca bundan sonra yazdığı her eserinde gerek politik, gerek ahlaki modernliğin savunucusu ve öncüsü olmuştur. Bu da, doğal olarak, zamanının politik eğilimlerini ve doğrudan doğruya kilisenin kendisini eleştirmesine yol açmıştır. Bu eleştirilerine bir de açık bir şekilde eşcinsel olmasını da eklersek, Katolik Kilisesi ile arasının neden açıldığını iyice bir anlamış oluruz. İspanya’nın işçi ve aydın sınıfı ile burjuvazisi, kilisesi ve ordusu arasında çıkan İç Savaş’ın daha ilk yılında, yani 1936’da, Lorca’nın ordu mensupları tarafından neden öldürüldüğünü anlamaksa hiç güz olmaz bu durumda. Eh, böyle bir adamın eserlerinin, 1939 İspanyası’nda, yani İç Savaşı burjuvazinin ve ordunun kazandığı yılda reva görmemiş olmasına da şaşmamak gerekir. Ancak, neyse ki, bu büyük adamın eserleri, o günlerin kanlı ve tozlu topraklarına gömülüp, unutulmamıştır. Bedenen öldürülen bu aydının fikrî ve insani mirası günümüze kadar ulaşmıştır. Lorca’nın 1926’da yani savaş başlamadan yazdığı Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı (La Zapatera Prodigiosa) da bu durumun en iyi örneklerinden birisidir.

Lorca “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı”nı her ne kadar 1926’da yazmışsa da, oyun ilk defa 1930’da sahneye konmuştur. Yazıldığı zaman çerçevesinde son derece modern ve, bir bakımdan, feminist kabul edilen bu oyun on sekiz yaşında genç bir kadının, elli üç yaşında bir ayakkabıcyla olan evliliğini anlatır. Normalde bir trajedi konusu olarak algılayacağımız bu mevzuu, bu oyunda hiç de öyle değildir. Çünkü ayakkabıcının karısı aslında ayakkabıcıyı sevmektedir. Ancak aralarında bu kadar yaş farkı olan bu çiftin pek çok anlaşmazlıkları vardır. Öyleki, bu anlaşmazlıklar ayakkabıcıyı, peşinden her erkeği koşturacak kadar güzel olan karısının onu sevmediğine, hatta onun, kendisini aldattığına ikna etmiştir. Şüphelerini artık somut gerçeklik olarak kabul eden ayakkabıcı, artık bu duruma katlanamaz ve karısını terk eder. Bir başına kalan kadın geçinebilmek için o zamanlarda bir kadın için belki de asla düşünülemeyecek bir şeyi yapmak yani bir kafe açmak zorunda kalır. Kadın bu kafede çalıştığı müddetçe de kasabada başı boş gezen genç adamdan, kasabanın yöneticisine kadar herkes onun kalbini kazanmaya çalışır. Lakin kadın, kocasına sadık kalmaya kararlıdır. Aslında bunu ona duyduğu sevgiden mi yapar yoksa dönemin iffet ve edep anlayışından mı dolayı, orası tartışılır. Şahsen, ben kadının adının hem kocasının onu terk etmiş olmasından, hem de erkeklerden devamlı gördüğü ilgiden ötürü zaten çıktığı için, bu kararında iki durumun birden etkisi olduğunu düşünüyorum.

Oyunun sonunda ayakkabıcı bir kuklacı kılığına girip, kasabaya geri döner. Kılık değiştiren kocasını o halde tanıyamayan kadın, kocasıyla sohbete koyulur. Ayakkabıcı karısının ona bunca zaman sadık kaldığını ve onu aslında ne kadar çok sevdiğini öğrendiğinde galeyana gelir ve kim olduğunu ifşa eder. Bu da oyunun bence en eğlenceli ve dolu sahnesiyle yani kavga, gürültü, özür dilemeler ve tamamen aşkla dolu bir sahneye sonlanmasını sağlar. İtiraf etmeliyim ki bu son sahneyi ilk okuduğumda onun bu kadar hareketli olmasını beklemiyordum. Bunun nedeniyse hem bundan önceki sahnelerin daha yavaş olmuş olması, hem de Lorca’nın oyun boyunca kullandığı şairane dil idi. Eh, İspanya’nın en büyük şairinin tiyatro oyunlarına o kavi dilinin tüm yönlerini ve güzelliklerini yansıtmaması düşünülemez, ne de olsa. İnanabiliyor musunuz, adamla kadın o sahnede kavga ediyor, gülüyor, öpüşüyor, ben “şu dilin güzelliğine bak,” diye okuyorum o anı... Elbette bu, Lorca’nın orada cereyan eden hisleri karakterlerine yansıtamadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, bunu fazlasıyla başarmış. Lakin, İspanyol dilinin cevherlerini öyle bir kullanmış ki okuma delisi olan “ben”in o ana edebi bir göz dışında bir gözle bakmam mümkün olmadı, olamadı.
Bu sebeple, New York’ta yer alan ve yalnızca İspanyol ya da Latin oyunları İspanyolca sahneleyen Repertorio Espanol’un “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısını” sahnelediğini öğrendiğimde oyuna, hiç değilse farklı bir bakış açısı kazanabilmek namına, gitmek zorundaydım. Daha önce Repertorio’nun Van Lier Yönetmenlik Bursu’nu kazanan Andres Zambrano’nun yönettiği oyuna giderken yegâne korkum İspanyolcam’ın oyunu anlamam yetecek bir düzeyde olmamasıydı. Küçük salondaki yerimi bulduğumdaysa bu korkumun ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim. Zira salondaki her koltuğun önüne, seyircinin görüş alanını kapatmayacak bir hizaya, isteyenlerin ingilizce alt yazı okuyabilecekleri minik ekranlar yerleştirilmişti. Eh, ben bir yandan sevinedurayım, bir yandan ya alt yazılar oyunu izlememe mani olursa diye endişeleneyim, bir yandan da, sen de takacak yer arıyorsun diye kendime kızadurayım, ışıklar kapandı ve oyun başladı. 

Oyun tam bir kahkaha, renk ve duygu cümbüşüydü. Kullanılan kelimelerin hepsi kaçınılmaz olarak Lorca’nın şiirselliğini taşıyordu. Ancak bu oyuncuların dudaklarından dökülen kelimeler yepyeni bir boyut, bir tat, bir hayat kazanıyordu. Her yer insanların kahkahalarında kırılıyor, yer yer ise salon göz yaşlarıyla doluyordu. Mesela oyundaki küçük bir kızın bir kelebekle ilgili bir şiir okuduğu bir kısım vardı. Ben bu kısmı okuduğumda hem duygulanmıştım, hem de için için gülümsemiştim kızın orada öne çıkan o masumiyetine. Oysa sahnede o kız, o şiiri gür ve yaşı için fazlasıyla büyüleyici bir sesle, şarkı olarak söylediğinde, geçin kızın masumiyetine gülümsemeyi, yaşlar yanaklarımdan ip ip akıyordu. Kim bilir, belki de aynı sahneyi başka bir yerde izleseydim, tepkim bambaşka olacaktı. Tıpkı buradaki tepkim, oyunu okurken ki tepkimden farklı olması gibi... Bu oyunun bu yorumunu görmeye fırsatınız olur mu, olmaz mı, bilemem. Ancak dilerim ki yakın bir zamanda “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı” ya da Lorca’nın başka bir oyunu İstanbul’da sergilenir de hep beraber gidebiliriz. O zamana kadar ben Lorca’nın zarif kelimelerinin arasında kendimi kaybetmeye ve tiyatro tiyatro gezmeye niyetliyim. Ya siz?


13 Ocak 2014 Pazartesi

Hortuma Kapılmak

(Uzun zamandır gerek derslerimin yoğunluğu, gerekse bilgisayar problemleri sebebiyle bloguma yeni yazı ekleyememiş, hatta bir süre boyunca hakkında yazı yazabileceğim sergi ya da konser gibi etkinliklere gidemez olmuştum. Bu konuda siz okuyucularımdan, eğer hala okuyucum varsa tabi, içtenlikle özür diler ve gelecekte daha özenli olmaya çalışacağıma söz veririm.)



"Klasik Müzik" dendiğinde pek çok kişinin gözlerini bayılttığını görür gibi oluyorum. Zira kimileri sıkıcı bulur onun "gıy gıy gıyını". Bana gelince, ben klasik müzik dinlemeyi çok severim. Kafamı dinlemek istediğimde, yazı yazarken ve, bâhusus, rahatlamak istediğimde Verdi'nin (İtalyan besteci, nam-ı diğer "Kızıl Papaz", 1813 - 1901) yahut Tchaikovski'nin (Rus Besteci, 1840 - 1893) eserlerini çalmaktan büyük keyif alırım. Dolayısıyla ablam bana "The Two Cellos" (İki Çello) adlı bir konsere bilet aldığını söyleyince zevkimden dört köşe oldum.

Konser Zorlu Center'da gerçekleşecekti. Oraya vardığımda, bildiğim tek şey sanatçıların, grubun adından da anşaşılacağı gibi, 2 çellocudan oluşacağıydı. Yavaş, sakin müzikler eşliğinde bir yarım uyku haline sürüklenmeyi bekleyerek girdim o salona. Ama salon ne kadar da kalabalıktı! Neredeyse tüm koltuklar doluydu ki Zorlu'nun salonları öyle ufak tefek de değildi. İstanbul'da ne zamandan beri bu kadar çom klasik müzk sevdalısı vardı? İşte bu, konser başlamadan önce son düşüncem oldu. Zira biraz sonra Hırvat sanatçılar Luka Sulic ve Stjepan Hauser sahneye çıktılar ve beni, kelimenin tam anlamıyla, kafama balyoz yemişe döndürdüler.



Konser gerçekten son derece sakin  ve huzur dolu bir ezgiyle başladı. Sulic ve Hauser açılışı kendi besteledikleri "The Book of Love" (Aşk Kitabı). Müziğin ezgileri yavaş yavaş atıştıran bir yaz yağmuruna benziyordu ve bu yağmurun damlaları tenlerimize, ruhlarımıza dokundukça içimizi tatlı raşeler kaplıyor ve biz, yüzlerimizde birar tebessümle koltuklarımıza gömülüyorduk. Derken, birden müzik patladı!

O sakin tını, sanki salona bir hortum dalmışçasına kesildi ve yerini bambaşka; daha gür, daha kudretli melodiler almaya başladı. Çellolardan çıkan o sesler artık o bildiğimiz klasik müzik aleminin parçası değildi. O kadar gürleşip, yükselmiş, yer yer o kadar berraklaşıp, kalınlaşmışlardı ki sesleri neredeyse elektronik gitara benziyordu. Az evvel loş bir ışıkla aydınlanan sahnenin, giderek artan bir ışık banyosuna mağruz kalması üzerine dikkat kesildim ve... Evet! Bunlar normal çello değildi. İkisi de normak çellolar gibi uzundular ama sanki boylamasına yarıya kesilmiş gibi duruyorlardı. Üstelik o kadar inceydiler ki bana ince belli çay bardaklarını andırıyorlardı. Hiç şüphe yoktu ki bunlar elektronik çelloydu.

Üstüne üstlük Sulic ve Hauser'ın çaldığı öyle sıradan, bilindik bir müzk değildi. Çünkü iki genç sanatçı, çellolarıyla, salonu Michael Jackson'ın (Nam-ı diğer "Pop Kralı") "Smooth Criminal" şarkısıyla inletiyorlardı. İkisi de tam bir konsantrasyon içinde gözlerini kapatmıştı. Bedenleri, yarattıkları müzikle adeta sarsılıyordu. Kendilerinden geçmiş bir aşk ve şevkle sarılmışlardı çellolarına ve onların o hevesine kapılmamak söz konusu değildi. Derhal o üzerimizdeki ağırlıktan silkindik. Yerimizde durmamız birden bire imkansız olmuştu.

Sonradan öğrendiğim üzere, Sulic ve Hauser'ın kariyerleri "Smooth Criminal"ı böyle özgün bir şekilde yorumlamalarıyla başlamış. Evet, "özgün yorumlamak" diyorum, "kopyalamak" değil. Çünkü onların yaptığı var olan bir eseri olduğu gibi alıp, çalmak değildi. Aksine, onun içine kendi sololarını, ritimlerini eklemek, yer yer müziği coşturup, yer yer dizginleyerek onu daha önce hiç gitmediği eksenlere taşımak, yani içine bir nevi kendi ruhlarını katmaktı. Bu da takdire şayan bir başarıydı doğrusu.

Kariyerleri "Smooth Criminal" ile başladı derken ne demek istiyor bu kız, diyecek olursanız... Sulic ve Hauser'ın keşfedilmeleri bir stüdyoya başvurmalarıyla değil, internette, daha sarih olmak gerekirse Youtube'da olmuştu. Kendileri "Smooth Criminal"ı baştan başa tekrar yorumlayıp (bu sefer normal çellolarla), bunun videosunu bu siteye koymuşlardı. Bu kaydın, aşağı yukarı, üç milyon kişi tarafından izlenmesi üzerine de yıldızları tırmanmaya başlamıştır. Sırasıyla, önce bir albüm çıkarmışlar, sonra da Elton John, Red Hot Chilli Peppers gibi ünlü isimlerle turneye çıkmışlar ve bu yolcukları itibariyle ta buraya, İstanbul'a kadar gelmişlerdir. Henüz yirmilerinde olan iki genç için hiç de fena değil, öyle değil mi?

Bittabii, Sulic ve Hauser'ın, "Book of Love" gibi, kendi besteledikleri eserleri vardır. Ancak konser sırasında, ağırlıklı olarak yeniden yorumladıkları parçalara yer verdiler. Ve böylece Michael Jackson gibi daha çok "pop" sayılan bir sanatçıyı geçip, onları normalde çok zorlaması gerekn iki ismin eserlerine el attılar: ACDC ve Jimi Hendrix.


Bilmeyenler için kısa bir özet geçmek gerekirse, ACDC 1973'te kurulan ve bugüne değin devam eden bir rock grubudur. Pek çok defa dağılma tehlikesi grupta baş gösterdiyse de, örneğin grubun baş solisti 19 Şubat 1980'de alkol zehirlenmesinden öldüğünde, yıllar yılı rock dünyasının göbeğine tutunmayı başarmıştır. 2000'de 200 milyondan fazla albüm satan ACDC, bugün , Rolling Stones dergisinin değerlendirmesine göre, En İyi 100 Hard Rock Sanatçısı listesinde dördüncü sıradadır.



Jimi Hendrix'e gelince... Aslında böyle bir adamı hayatını kısa bir paragrafta özetlemeye öalışmak delilik denebilecek bir şey. Ama ben yine de elimden geleni yapayayım. 1940'ta doğan Hendrix, gelmiş geçmiş en iyi elektronik gitar sanatçısı sayılmaktadır. Kendisi gitar çalmaya 15 yaşında başlamıştır. 1961'de orduya alınmıştır ancak bir yıl sonra şerefsiz terhisle askerlikten atılmıştır. Bundan sonra Tennessee'ye taşınmış ve o zaman Afrikan-Amerikalıların çalmasının güvenli olduğu bar ve klüplerde (zira o dönemde ırkçılık saldırıları Amerika'da hala görülmekteydi) çalmaya başlamıştır. Böyle böyle yerlerde çalarak, sonunda küçük bir drubun gitaristi olmuş, onlarla turneye çıkmaya başlamıştır. Bu 1966'ya kadar devam etmiştir. 1966'da ise "The Animal" diye yine ünlü bir grubun gitaristi tarafından keşfedilmiştir ve ününün uluslar arası bir boyuta ulaşması yalnızca birkaç ay sürmüştür. Kendisi 27 yaşında, yani 1980'de ölmüştür.



Bu kısa biyografilerden anlayabileceğiniz gibi, ACDC ve Jimi Hendrix rock müziğinde çığır açmış isimlerdir. Ve bu isimlerin parçalarını gitarda öğrenmek neredeyse imkansızla eş değerlidir. Lakin bu "neredeyse" bizim iki genç sanatçımızı durdurabilir mi? Elbette ki hayır! Hazır bizleri gaza getirmişler, çellolarını hazırladır, sahnede yoktan bir bateri ve baterist yarattılar ve ACDC'nin "Highway to Hell"inden (Cehenneme Otoban) girip Jimi Hendrix'in " Are You Experienced?" albümünden çıktılar. Bu vesileylede bizleri bir güzel ayaklandırdılar.

O gün miskin miskin müzik dinlemeye gittiğim konserden nefes nefese çıktım. İki saat boyunca neredeyse hiç oturmamış, hücrelerime neşreden öüzikten zıp zıp zıplamıştım. Ellerim alkış tutmaktan yanıyordu. Ayaklarım inim inim inliyordu. Buna rağmen ben salondaki herkesle birlikte "Bir daha," diye bağırmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Neyse ki sanatçılarımız bizleri kırmadılar ve son bir şarkı için sahneye dçndüler: O şarkı ne olursa beğenirsiniz? Yine rock klasiklerinden bir parça mı? Ya da belki de Beatles'dan bir şey? Hayır, efendim. Bilemediniz. Zira çaldıkları parça daha o gün öğrendikleri bir parçaydı! Çalarken onlara eşlik etmemizi istedikleri bir parça... Çocukluğumdan hatırladığım bir parça... "Seni Gidi Fındık Kıran"!

Klasik müzikten her ne kadar haz etsem de tahmin edebileceğiniz gibi bu konser beklentilerimin çok daha üzerindeydi. Tahmin edebileceğimden çok daha eğlendiğim ve güldüğüm, hayal edebileceğimden çok daha yetenekli iki sanatçının yaratısına tanıklık ettiğim bir konserdı bu. "The Two Cellos", İstanbul'a bir daha gelir mi, gelirse ne zaman gelir, bilmiyorum. Ancak konserlerine bir şekilde denk gelmediğiniz sürece internetten eserlerine bir göz atmanızı, hatta, daha da iyisi, bu ay çıkacak olan albümleri "IN2ITION"ı (İçgüdü) dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyprum. İçinde Elton John gibi ünlülerle beraber besteledikleri parçalar olan ve yapımcısının, "Kiss", "Pink Floyd" ve "Deep Purple" gibi grupların albümlerinin yapımcısı Bob Erzin olduğunu düşününce, merak etmeden duramıyorum: Acaba yeni bir efsanenin doğuşuna mı tanıklık ediyoruz?