15 Temmuz 2014 Salı

Kelebekleri Yorumlamak



Bir tiyatro oyununu izlemek ve okumak aslında çok farklı iki deneyimdir. İkisinin de kendince bir tadı vardır. Şaşılacak şeydir, bu tatların birbirlerinden ne kadar farklı olabileceği. Bu sözlerimi belki de garipseyeceksiniz. Kağıt üstündeki bir oyun, sahnelenen bir oyundan ne kadar farklı olabilir ki, diyecek belki bazılarınız. Bazılarınızsa bu iki eserin birbirinden farklı oldukları hususunda bana katılacak, üstüne de yazılı eserin insana, oynanan eser kadar zevk veremeyeceğini iddia edeceksiniz. Eğer ilk iddiada bulunan kişilerdenseniz, daha önce okuduğunuz bir oyunun sergilendiğini görmediğinizi farz edeceğim. Durum böyleyse, derhal elinize bir tiyatro oyunu almanızı, sonra da o oyunun bir sahnede hayata geçirilişine tanıklık etmenizi tavsiye ederim. Eğer ikinci iddiada bulunan kişilerdenseniz, o zaman hem edebiyatın, hem de tiyatro dünyasının pirlerinden biri olan William Shakespeare’in eserlerini okumanız ve izlemeniz konusunda ısrar etmek zorundayım. Günümüzde Shakespeare’i bilmeyen biri olduğunu zannetmiyorum. Kimimiz için Shakespeare, eserlerini anlamak yahut onların yalnızca tadını çıkarmak için kelimelerinin arasında kendimizi kaybettiğimiz bir zattır, kimimiz için akla hayale gelmeyecek oyunlar ortaya koymuş bir dahidir, kimimiz içinse lisede bir-iki eseri bize zorla okutulmuş, anlaması imkansız ve gereksiz bir sıkıntıdır. Bakış açımız her ne olursa olsun, 1564 yılında doğan İngiliz bir şairin eserleri hâlâ hem okunuyor, hem oynanıyorsa, o zaman bu eserlerin her iki temsilinde de görülmeye değer, insanlara haz veren birtakım unsurlar olmalı, öyle değil mi?

Lakin bu unsurlar yalnızca Shakespeare’in oyunlarında mı görülür? Elbette hayır. Bu unsurlar asında daha pek çok yazarın eserlerinde de yer alır. Bu yazarların en bilinenlerinden biri de Federico Garcia Lorca’dır. Lorca, 5 Haziran 1898’de doğan İspanyol bir şair, oyun yazarı, ressam, piyanist ve bestecidir. Gelmiş geçmiş en büyük İspanyol şairlerden biri sayılan Lorca, 1928’de yazdığı Çingene Baladı (Romancero Gitano) ile ün kazanmıştır. Lorca bundan sonra yazdığı her eserinde gerek politik, gerek ahlaki modernliğin savunucusu ve öncüsü olmuştur. Bu da, doğal olarak, zamanının politik eğilimlerini ve doğrudan doğruya kilisenin kendisini eleştirmesine yol açmıştır. Bu eleştirilerine bir de açık bir şekilde eşcinsel olmasını da eklersek, Katolik Kilisesi ile arasının neden açıldığını iyice bir anlamış oluruz. İspanya’nın işçi ve aydın sınıfı ile burjuvazisi, kilisesi ve ordusu arasında çıkan İç Savaş’ın daha ilk yılında, yani 1936’da, Lorca’nın ordu mensupları tarafından neden öldürüldüğünü anlamaksa hiç güz olmaz bu durumda. Eh, böyle bir adamın eserlerinin, 1939 İspanyası’nda, yani İç Savaşı burjuvazinin ve ordunun kazandığı yılda reva görmemiş olmasına da şaşmamak gerekir. Ancak, neyse ki, bu büyük adamın eserleri, o günlerin kanlı ve tozlu topraklarına gömülüp, unutulmamıştır. Bedenen öldürülen bu aydının fikrî ve insani mirası günümüze kadar ulaşmıştır. Lorca’nın 1926’da yani savaş başlamadan yazdığı Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı (La Zapatera Prodigiosa) da bu durumun en iyi örneklerinden birisidir.

Lorca “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı”nı her ne kadar 1926’da yazmışsa da, oyun ilk defa 1930’da sahneye konmuştur. Yazıldığı zaman çerçevesinde son derece modern ve, bir bakımdan, feminist kabul edilen bu oyun on sekiz yaşında genç bir kadının, elli üç yaşında bir ayakkabıcyla olan evliliğini anlatır. Normalde bir trajedi konusu olarak algılayacağımız bu mevzuu, bu oyunda hiç de öyle değildir. Çünkü ayakkabıcının karısı aslında ayakkabıcıyı sevmektedir. Ancak aralarında bu kadar yaş farkı olan bu çiftin pek çok anlaşmazlıkları vardır. Öyleki, bu anlaşmazlıklar ayakkabıcıyı, peşinden her erkeği koşturacak kadar güzel olan karısının onu sevmediğine, hatta onun, kendisini aldattığına ikna etmiştir. Şüphelerini artık somut gerçeklik olarak kabul eden ayakkabıcı, artık bu duruma katlanamaz ve karısını terk eder. Bir başına kalan kadın geçinebilmek için o zamanlarda bir kadın için belki de asla düşünülemeyecek bir şeyi yapmak yani bir kafe açmak zorunda kalır. Kadın bu kafede çalıştığı müddetçe de kasabada başı boş gezen genç adamdan, kasabanın yöneticisine kadar herkes onun kalbini kazanmaya çalışır. Lakin kadın, kocasına sadık kalmaya kararlıdır. Aslında bunu ona duyduğu sevgiden mi yapar yoksa dönemin iffet ve edep anlayışından mı dolayı, orası tartışılır. Şahsen, ben kadının adının hem kocasının onu terk etmiş olmasından, hem de erkeklerden devamlı gördüğü ilgiden ötürü zaten çıktığı için, bu kararında iki durumun birden etkisi olduğunu düşünüyorum.

Oyunun sonunda ayakkabıcı bir kuklacı kılığına girip, kasabaya geri döner. Kılık değiştiren kocasını o halde tanıyamayan kadın, kocasıyla sohbete koyulur. Ayakkabıcı karısının ona bunca zaman sadık kaldığını ve onu aslında ne kadar çok sevdiğini öğrendiğinde galeyana gelir ve kim olduğunu ifşa eder. Bu da oyunun bence en eğlenceli ve dolu sahnesiyle yani kavga, gürültü, özür dilemeler ve tamamen aşkla dolu bir sahneye sonlanmasını sağlar. İtiraf etmeliyim ki bu son sahneyi ilk okuduğumda onun bu kadar hareketli olmasını beklemiyordum. Bunun nedeniyse hem bundan önceki sahnelerin daha yavaş olmuş olması, hem de Lorca’nın oyun boyunca kullandığı şairane dil idi. Eh, İspanya’nın en büyük şairinin tiyatro oyunlarına o kavi dilinin tüm yönlerini ve güzelliklerini yansıtmaması düşünülemez, ne de olsa. İnanabiliyor musunuz, adamla kadın o sahnede kavga ediyor, gülüyor, öpüşüyor, ben “şu dilin güzelliğine bak,” diye okuyorum o anı... Elbette bu, Lorca’nın orada cereyan eden hisleri karakterlerine yansıtamadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, bunu fazlasıyla başarmış. Lakin, İspanyol dilinin cevherlerini öyle bir kullanmış ki okuma delisi olan “ben”in o ana edebi bir göz dışında bir gözle bakmam mümkün olmadı, olamadı.
Bu sebeple, New York’ta yer alan ve yalnızca İspanyol ya da Latin oyunları İspanyolca sahneleyen Repertorio Espanol’un “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısını” sahnelediğini öğrendiğimde oyuna, hiç değilse farklı bir bakış açısı kazanabilmek namına, gitmek zorundaydım. Daha önce Repertorio’nun Van Lier Yönetmenlik Bursu’nu kazanan Andres Zambrano’nun yönettiği oyuna giderken yegâne korkum İspanyolcam’ın oyunu anlamam yetecek bir düzeyde olmamasıydı. Küçük salondaki yerimi bulduğumdaysa bu korkumun ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim. Zira salondaki her koltuğun önüne, seyircinin görüş alanını kapatmayacak bir hizaya, isteyenlerin ingilizce alt yazı okuyabilecekleri minik ekranlar yerleştirilmişti. Eh, ben bir yandan sevinedurayım, bir yandan ya alt yazılar oyunu izlememe mani olursa diye endişeleneyim, bir yandan da, sen de takacak yer arıyorsun diye kendime kızadurayım, ışıklar kapandı ve oyun başladı. 

Oyun tam bir kahkaha, renk ve duygu cümbüşüydü. Kullanılan kelimelerin hepsi kaçınılmaz olarak Lorca’nın şiirselliğini taşıyordu. Ancak bu oyuncuların dudaklarından dökülen kelimeler yepyeni bir boyut, bir tat, bir hayat kazanıyordu. Her yer insanların kahkahalarında kırılıyor, yer yer ise salon göz yaşlarıyla doluyordu. Mesela oyundaki küçük bir kızın bir kelebekle ilgili bir şiir okuduğu bir kısım vardı. Ben bu kısmı okuduğumda hem duygulanmıştım, hem de için için gülümsemiştim kızın orada öne çıkan o masumiyetine. Oysa sahnede o kız, o şiiri gür ve yaşı için fazlasıyla büyüleyici bir sesle, şarkı olarak söylediğinde, geçin kızın masumiyetine gülümsemeyi, yaşlar yanaklarımdan ip ip akıyordu. Kim bilir, belki de aynı sahneyi başka bir yerde izleseydim, tepkim bambaşka olacaktı. Tıpkı buradaki tepkim, oyunu okurken ki tepkimden farklı olması gibi... Bu oyunun bu yorumunu görmeye fırsatınız olur mu, olmaz mı, bilemem. Ancak dilerim ki yakın bir zamanda “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı” ya da Lorca’nın başka bir oyunu İstanbul’da sergilenir de hep beraber gidebiliriz. O zamana kadar ben Lorca’nın zarif kelimelerinin arasında kendimi kaybetmeye ve tiyatro tiyatro gezmeye niyetliyim. Ya siz?


Hiç yorum yok: