4 Ağustos 2014 Pazartesi

Yeniden Tanışmak





İçinde yaşadığımız şehri ne kadar tanıyoruz? Ben neredeyse hiç tanımadığımı düşünüyorum, mesela. İş, arkadaşlarımla sağda solda buluşmaya gelince oraya buraya koşturmasını biliyorum ama gittiğim yerlerin ne tarihçesini adam gibi biliyorum, ne de oralarda ne gibi cevherlerin barındığını... Mesela Bebek... Neden Bebek’e, Bebek denmiş? Nereden çıkmış bu? İstanbul’un en “havalı” semtlerinden biri haline gelmeden önce nasıl bir yermiş burası? Sizi bilmem ama benim bu gibi sorulara dair en ufak bir fikrim yok. Lakin ben bu durumu değiştirmeye karar verdim. Dolayısıyla bu yazımda, İstanbul’umuzun semtlerinden birini, Bebek’i biraz inceleyerek, onunla yeniden tanışacağım. Hatta bunu sırf Bebek için değil, semt semt, İstanbul’un geneli için yapacağım. Gerçi bunu Türkiye’nin geneli için de yapmak gerekir ama her şeyin bir sırası var. Eh, o zaman lafı pek uzatmayayım ve kolları sıvayıp, işe koyulayım. 
 
Bildiğiniz üzere, İstanbul 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet (1432 – 1481) tarafından fethedilmişti. Zaten, Sultan Mehmet’in, “Fatih” diye anılmasının sebebi budur. Bu fetihten, önce Konstantinapol diye anılan İstanbul, Bizans İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bizans İmparatorluğu ise 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun, Doğu ve Batı Roma olarak ayrılması üzerine kurulmuştu. İki tarafın, Hristiyanlığın farklı mezheplerini benimsemeleri üzerine doğan bu ayrılığın neticesinde Doğu Roma İmparatorluğu “Bizans” adını benimsemişti. İşte bu imparatorluk da 1453 yılında, 53 günlük bir kuşatmanın sonunda, yani Konstantinapol’ün, Osmanlı’nıneline geçmesi ve bu kuşatma sırasında, Bizans’ın son imparatoru Konstantin Palaigolos’un şehit düşmesi üzerine, son buldu. 

Bundan sonra olanlarsa malumdu. Öncelikle, İstanbul, Osmanlı’nın başkenti oldu. Daha sonraysa Konstantinapol’ün adı İstanbul olarak değiştirildi. Gerçi, itiraf etmeliyim ki bu ad değişimini pek anlamış değilim. Zira İstanbul Türkçe yahut Osmanlıca bir ad değildi. Bildiğim kadarıyla (ki eğer yanlış biliyorsam lütfen beni düzeltin) İstanbul Yunanca “Şehre Doğru” demektir. Ama neyse...
Tabi, koskoca bir şehrin isimlerinin değiştirilip de semtlerinin isimlerinin değiştirilmemesi düşünülebilecek bir şey değildir. Dolayısıyla, tarihinin Hristiyanlık öncesi döneme kadar dayandığı düşünülen Bebek’in de vakt-i zamanında farklı bir isme sahip olmuş olması bizleri şaşırtmamalı. İlginçtir ki Bebek’in eski adı farklı kaynaklarda, farklı şekillerde geçer. Kimi kaynağa göre Bebek’e “Challae” denirdi, kimine göre “Chillai”, kimine göreyse “Khile”... Benim gözlemlediğim en yaygın hitap şekliyse, belki de tüm bu adların bir kırması olan ve “iskeleler” anlamına gelen “Hallai” idi. Peki, Bebek, “İskeleler” diye anılırken, ki o zamanlar buranın bir balıkçılar kasabası olduğunu göz önünde bulundurursak bu son derece mantıklıdır, nasıl “Bebek” diye anılmaya başladı? Bu semtin bu kadar tuhaf ve beklenmedik bir ad değişikliği geçirmesinin sebebi nedir?

Bu cevabı almak için yine 1453’yılına dönmemiz gerekir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u ele geçirdikten sonra semt semt, şehrin güvenliğini temin etmek zorundaydı. Bunun için de farklı bölgelere kıdemli adamlarını tayin etmeliydi. Bbebek’e de, bebek suratlı olduğu için “Bebek” Çelebi diye anılan bir adamını bölükbaşı tayin etti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp, görev yapan Çelebi, burada bir köşk ve bahçe kurdu ve burası, ölümünden sonra bile “Bebek” olarak anıldı. Bebek’in, bir balıkçı kasabasından, son derece rağbet gören bir semte dönüşmesiyse yaklaşık 250 yıl, yani Sultan Üçüncü Ahmet tahta çıkıp, sadrazamı olarak Damat İsmail Paşa adında bir zâtı görevlendirinceye dek sürdü. Damat İbrahim Paşa, görev başına geldiğinde, Bebek’i kalkındırmak namına burada Hümayunabad Kasrı’nı inşa ettirdi, ayrıca yanına Bebek Camii’yi yaptırıp, bölgeye pek çok çeşme, hamam, değirmen ve dükkan kurdurdu. Bu gelişmelerin üzerine de insanlar, semte akın etti ve semti konaklar ve yalılarla bezedi. 

Sadrazam İbrahim, Bebek Camii’ni, 3. Ahmet adına yaptırmıştı. Camii, hem yurt dışında (Berlin, Almanya), hem de yurt içinde (İstanbul) eğitim görmüş olan Mimar Kemalleddin Bey tarafından yapılmıştı. Günümüzün mimari tabirlerince, Bebek Camii “Birinci Ulusal Mimarlık Akımına” yani “Neoklasik Türk Üslubuna” uygun yapılmıştır. Sen nece konuştun şimdi, diyecek olursanız, ki bu bilgi kırıntısını ilk okuduğumda ben de aynı tepkiyi vermiştim, hemen açıklayayım. Birinci Ulusal Mimari Akımı, 1908 ve 1930 yılları arasına topraklarımızda yaygın olan, yani etkinliğini hem Osmanlı Devri’nde, hem de Cumhuriyet zamanında gösteren mimari bir akımdı. Akımın öncüleri Mimar Kemalleddin ve 1873 – 1942 yılları arasında yaşayan Mimar Mehmet Vedat Tek’ti. Vedat Tek, Türkiye’nin resmi eğitim görmüş ilk mimarı olarak kabul edilmektedir. Peki, bu Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın özellikleri neydi? Bu akım, bir yandan milliyetçiliği öne çıkarmayı hedeflerken, bir yandan da, bilhassa Osmanlı mimarisinde dikkat çeken “süsleme” özelliğini kaybetmemeye özen göstermiştir. Yani, akım hem sadeliğe önem vermiştir, hem de Osmanlı’nın klasik süsleme tarzına tutunmuştur ve bu çelişki sayesinde de yeni bir tarz yaratmak amacını gütmüştür. Akımın etkileriyse yalnızca kamu binalarıyla sınırlı kalmıştır.      


Bebek’te dikkat çeken tek bina, denizin hemen önüne kurulmuş olan Bebek Camii değildir. Fikrimce bu semtte asıl göz alan yapı Mısır Konsolosluğu binasıdır. Bir arkadaşımla, artık gelenek haline gelmiş bir şakamız vardır. Ne zaman konsolosluğun önünden geçsek iç çekeriz ve “Şu konsolosun yakışıklı bir oğlu olsa da evlensek, şu binaya rahatça girip çıkabilsek” diye muhabbete başlarız. (Tabi o hayali oğlan yakışıklı olması, olmazsa olmazımız.) Boğaz’ın hemen dibindeki konsolosluk, denize o kadar yakınki, etrafındaki demir parmaklıklar olmasa, ayaklarınızı suya sokabilirsiniz. Bebek’te, bembeyaz bir inci gibi parıldar bu bina. Bir yapını aynı zamanda o kadar ferah ve romantik, o kadar gösterişli ve sade olması mümkün müdür? Bırakın konsolosluğu, yapı, antik çağlardan kalma bir saraya benzer ve sizde adeta bir prenses (ya da prens) olma arzusunu harekete geçirir. Tabi, konsolosluk binasının 1902’de, Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın, annesi için inşa ettirdiği bir yalı olduğunu göz önünde bulundurursak (ne kadar da vefalı bir oğulmuş bu Hilmi Paşa), bu arzumuzu hoş görmemiz gerekir. 

“Hidiv”, Osmanlı’nın, zamanında Mısır elçilerine verdiği bir ünvandır. Vaktiyle Mısır elçiliğini üstleniş olan Hilmi Bey’in, annesi için, Mimar Raimonda D’Aroco’ya yaptırdığı ev, ancak kendisinin ve annesinin vefatından sonra bir konsolosluğa çevrilmiştir. Raimonda Tommasso D’arronco’ya gelince.... Kendisi 1893’te doğan İtalyan bir mimardır. Türkiye’ye imzasını, ülkeye çağrılıp, Osmanlı’nın düzenlediği ilk sergilerden birinde, önceki yazılarımdan birine konu olan Osman Hamdi Bey ile birlikte çalıştığında atmıştır. Bundan sonra pek çok defa İstanbuş’a gidip gelmiş ve eserlerine burada can vermiştir. 

Bebek’te son olarak değineceği yer meşhur Bebek Parkı’dır. 1908’de açılan Bebek Parkı, yıllar sonra Sabancı Vakfı tarafından renove edilmiştir. Hatta bu renovasyon sonucunda parkın adı “Türkan Sabancı Bebek Parkı” olarak değiştirilmiştir. Bu renovasyon çalışmasını en iyi yanı parkta yıllardır ayakta duran ağaçların korunmaya alınmış olmasıdır. Ancak itiraf etmeliyim ki, pek çoğumuz gibi, ben bu parkı, tarihi öneminden ziyade, orada yatan çocukluk anılarımdan dolayı severim. Bir nevi kişisel tarihimden dolayı yani... Çünkü bir milletin tarihinin parçası olan bu park, benim de çocukluğum şahidi olmuştur. Sırf benim için değil, pek çok insan için burası, toplumsal ve bireysel tarihlerin toplanıp, birleştiği; kuş yemlerinin satın alındığı, güvercinlerin beslendiği yahut kovalandığı, banklarda Boğaz’ın seyredildiği, falcılara fal baktırıldığı özel bir bir mekan haline gelmiştir. Ve bu birleşme, bu evrim tarihin belki de en özel örneklerinden biridir. Çünkü böyle bir oluşumun bir eşine daha rastlamak neredeyse imkansızdır.

Hiç yorum yok: